Buster Keaton, College |
22 Haziran 2016 tarihinde buraya şöyle yazmışım:
"Bir arkadaşımla beraber eski filmleri izlemeye karar verdik bu ay ve uzun araştırmalardan sonra çok geniş bir liste hazırladık. Şimdi artık kaç senede gider bilmesem de ben üç tanesini bitirdim, dördüncüsünü izliyorum. İleriki günlerde hazırlamayı düşündüğüm bir yazıda filmlerden ayrıntılı olarak bahsedeceğim."
Ben ayrıntılı bir yazı yazmadım :) Nedenlerine gelirsek, bu eski filmler gerçekten çok eski, 4 ayda 22 filmle 1925 yılına anca geldim. İster istemez arada boşluklar da oluştu. Zihnin Arka Sokakları'nın Günübirlik Film Meydan Okuması'nda sevdiği bir klasik olarak 1950 yapımı Sunset Boulevard filmini söylemesi üzerine dün gece onu izledim. Lumière Biraderler ile başlattığım sessiz film serüvenimde Georges Méliès, D.W. Griffith, Louis Feuillade, Robert Wiene, Victor Sjöström, Charlie Chaplin, F.W. Murnau, Robert J. Flaherty, Fritz Lang, Benjamin Christensen, Buster Keaton ve S.M. Eisenstein'ı yönetmen olarak tanımış bulundum. Hele ki bazılarının birkaç filmini izlemiş olunca yönetmenin tarzına aşina olmuş oldum, aynı şekilde oyuncular ve en önemlisi dönem insanı hakkında bilgi sahibi olmuş oldum. Beni en çok mutlu eden de buydu zaten; dönem insanı neye gülüyor, neye üzülüyor, ne hissediyor, hissettiklerini nasıl gösteriyor bunu görebilmek. Sessiz sinemanın altın çağını gördükten ve neredeyse 100 yıl sonra filmler hakkında fikir sahibi olduktan sonra bizzat Hollywood'u konu alan Sunset Boulevard filminin beni etkilememesi şaşırtıcı olurdu zaten.
Hollywood'un içinden Hollywood'dan bir hikayeyi izliyoruz. Başrolde Gloria Swanson var, kendisi Norma Desmond adındaki yıldızı artık sönmüş, 20'lerden bir sessiz film yıldızını canlandırıyor. Diğer bir karakter ise pek de başarı gösterdiği söylenemeyen senaryo yazarı Joe Gillis (William Holden). Filmi izlemeyenlere filmden önemli birkaç bilgi vermiş olacağım için diğer önemli karakterlerden bahsetmeyeceğim.
Filmin öyle hüzünlü, öyle ilginç bir hikayesi var ki; 1 saat 50 dakikamı karakterleri ve replikleri teker teker düşünerek, oyuncu seçimlerine hayran kalarak, oyunculukları ayakta alkışlamak isteyerek geçirdim. -bunda en büyük faktör karakteriyle tamamen bütünleşen sevgili Gloria Swanson tabii ki- Norma Desmond çok ince düşünülmüş bir karakter, çok gerçekçi ve hikayesi içinize işleyen türden. Ama bu değil ki diğer karakterler boş, aksine hepsi inanılmaz. Bir süre önce izlemiş olduğum sessiz filmlerin yıldızlarına göndermeler vardı mesela, en güzeliyse harika bir şekilde bizzat Buster Keaton'ı görmekti. Bunca şeyin yanında kulağa şiir gibi gelen muhteşem diyaloglardan laf arasında bahsetmiş olayım. Filmi Hollywood'un bizzat kendine yaptığı bir eleştiri olarak düşünmek hatalı olmaz diye düşünüyorum.
Uzun lafın kısası çok keyifle izlediğim ve kusur bulmakta epey zorlandığım bir film izlemiş oldum. Eskilerden biraz hoşlanıyorsanız filmi izledikten sonra demek istediklerimi zaten çok iyi anlayacaksınız.
Şimdi de diyaloglara ihtiyaç duyulmadığı, oyuncuların yüzlerinin yettiği o döneme gelmek istiyorum. İzlediğim filmleri tek tek anlatmayacağım, merak etmeyin :) Öyle ya da böyle, sinemada zaman içerisinde belli akımlar baş gösterdi; bu akımların büyük örnekleri bazen zamanında değer görmedi ve sonradan önemi anlaşıldı, bazense hak ettiği değeri gördü. Elbette bu dönemde de bunlar oldu, ama bu yönetmenlerde en çok dikkate değer özellik çoğunun çok yaratıcı insanlar olması. İmkanlarına rağmen ortaya koydukları eserler şok edici. 10'lu yıllara damgasını vuran yönetmenlerden biri filmlerindeki ırkçılığıyla ünlü D.W. Griffith mesela. Kendisinin 4 filmini izledim, böylesine ırkçı bir insan olmasa sadece sessiz sinema tarihine değil, direkt sinema tarihine damgasını vurmuş olacaktı diye düşünüyorum kendisi için. Intolerance: Love's Struggle Throughout the Ages ve Broken Blossoms or The Yellow Man and the Girl filmleri favorilerim. Filmlerin çekimleri ve hikayeleri çok başarılı. Aynı şekilde burada Le Voyage dans la Lune filmini yorumlamış olduğum Georges Méliès de çok eskilerden bir deha. Çoğu filmi kısa film niteliğinde olduğu için açıp izleyebilirsiniz, o dönemde nasıl böyle filmler çekmiş, nasıl bu efektleri oluşturmuş insanı hayrete düşüren bir yönetmen kendisi.
20li yıllara geldiğimizde de sinemada ilk olarak Das Cabinet des Dr. Caligari, Körkarlen, Nosferatu, Dr. Mabuse der Spieler gibi baş yapıtlar izliyoruz; sonra bu filmlerin etkisiyle oluşan türünün çok daha başarılı örnekleri geliyor tabii. Küçük bir not: Ben daha oralara gelemedim :) Bunların yanı sıra komedi de gelişmeye başlıyor, Charlie Chaplin ve Buster Keaton'ın çok büyük etkisiyle. İkisinin tüm filmlerini izledikten sonra kendilerine özel bir yazı hazırlamak istiyorum, bu iki yönetmen çok ayrı çünkü.
Ne yazık ki her şey kalıcı olamıyor, 2016'da izlediğinizde o dönemi düşünüyor olsanız bile filmi beğenerek izleyemiyorsunuz, çünkü anlayamıyorsunuz. Böyle birkaç örnek izlemiş oldum, ki bunların başında True Heart Susie, Les Vampires ve Nanook of the North geliyor. Örneğin Nanook of the North'u izlerken gerçekten çok sıkıldım çünkü ilk belgesellerden biri olduğu için günümüz insanının belgesel anlayışına hitap eden bir şey izlemiyorsunuz. Bir de film hakkında araştırma yapınca dönemin bir kürk markasının sponsorlukları gibi bilgiler öğrenince iyice filmden soğudum. Ama yine belgesel niteliği taşıyan -ama belgesel kesinlikle değil- Häxan ise hatırlayacağım ve beğendiğim filmlerden biri olmuştu.
Filmlerde bir şeylerin anlatılmaya başlandığı zaman sinema sektörü zaten çok büyük yol kat etmeye başlıyor. Sessiz sinemanın yıldızlarına bu konuda çok şey borçluyuz. Kimi zaman kendimizi, duygularımızı, korkularımızı, arzularımızı gösteren filmler izlemek istiyoruz; kimi zaman da topluma, izleyicisine bir şey anlatan ama bunu farklı yollarla deneyen yaratıcı filmler... Bunları bize çok güzel göstermiş eskiler. Çünkü diyalog yok, sadece yüzler var.
Çok uzattığımın farkındayım, o yüzden artık bitireyim bu yazıyı. Eski filmlere dair tek bilgisi babasıyla eskiden hafta sonları izlediği kovboy filmleri olan 21. yüzyıl insanının hislerini okuyabildiyseniz okumuş oldunuz.
"I hate that word. (comeback) It's a return, a return to the millions of people who have never forgiven me for deserting the screen."
Gloria Swanson, Sunset Boulevard |
Filmin öyle hüzünlü, öyle ilginç bir hikayesi var ki; 1 saat 50 dakikamı karakterleri ve replikleri teker teker düşünerek, oyuncu seçimlerine hayran kalarak, oyunculukları ayakta alkışlamak isteyerek geçirdim. -bunda en büyük faktör karakteriyle tamamen bütünleşen sevgili Gloria Swanson tabii ki- Norma Desmond çok ince düşünülmüş bir karakter, çok gerçekçi ve hikayesi içinize işleyen türden. Ama bu değil ki diğer karakterler boş, aksine hepsi inanılmaz. Bir süre önce izlemiş olduğum sessiz filmlerin yıldızlarına göndermeler vardı mesela, en güzeliyse harika bir şekilde bizzat Buster Keaton'ı görmekti. Bunca şeyin yanında kulağa şiir gibi gelen muhteşem diyaloglardan laf arasında bahsetmiş olayım. Filmi Hollywood'un bizzat kendine yaptığı bir eleştiri olarak düşünmek hatalı olmaz diye düşünüyorum.
Uzun lafın kısası çok keyifle izlediğim ve kusur bulmakta epey zorlandığım bir film izlemiş oldum. Eskilerden biraz hoşlanıyorsanız filmi izledikten sonra demek istediklerimi zaten çok iyi anlayacaksınız.
Şimdi de diyaloglara ihtiyaç duyulmadığı, oyuncuların yüzlerinin yettiği o döneme gelmek istiyorum. İzlediğim filmleri tek tek anlatmayacağım, merak etmeyin :) Öyle ya da böyle, sinemada zaman içerisinde belli akımlar baş gösterdi; bu akımların büyük örnekleri bazen zamanında değer görmedi ve sonradan önemi anlaşıldı, bazense hak ettiği değeri gördü. Elbette bu dönemde de bunlar oldu, ama bu yönetmenlerde en çok dikkate değer özellik çoğunun çok yaratıcı insanlar olması. İmkanlarına rağmen ortaya koydukları eserler şok edici. 10'lu yıllara damgasını vuran yönetmenlerden biri filmlerindeki ırkçılığıyla ünlü D.W. Griffith mesela. Kendisinin 4 filmini izledim, böylesine ırkçı bir insan olmasa sadece sessiz sinema tarihine değil, direkt sinema tarihine damgasını vurmuş olacaktı diye düşünüyorum kendisi için. Intolerance: Love's Struggle Throughout the Ages ve Broken Blossoms or The Yellow Man and the Girl filmleri favorilerim. Filmlerin çekimleri ve hikayeleri çok başarılı. Aynı şekilde burada Le Voyage dans la Lune filmini yorumlamış olduğum Georges Méliès de çok eskilerden bir deha. Çoğu filmi kısa film niteliğinde olduğu için açıp izleyebilirsiniz, o dönemde nasıl böyle filmler çekmiş, nasıl bu efektleri oluşturmuş insanı hayrete düşüren bir yönetmen kendisi.
20li yıllara geldiğimizde de sinemada ilk olarak Das Cabinet des Dr. Caligari, Körkarlen, Nosferatu, Dr. Mabuse der Spieler gibi baş yapıtlar izliyoruz; sonra bu filmlerin etkisiyle oluşan türünün çok daha başarılı örnekleri geliyor tabii. Küçük bir not: Ben daha oralara gelemedim :) Bunların yanı sıra komedi de gelişmeye başlıyor, Charlie Chaplin ve Buster Keaton'ın çok büyük etkisiyle. İkisinin tüm filmlerini izledikten sonra kendilerine özel bir yazı hazırlamak istiyorum, bu iki yönetmen çok ayrı çünkü.
Ne yazık ki her şey kalıcı olamıyor, 2016'da izlediğinizde o dönemi düşünüyor olsanız bile filmi beğenerek izleyemiyorsunuz, çünkü anlayamıyorsunuz. Böyle birkaç örnek izlemiş oldum, ki bunların başında True Heart Susie, Les Vampires ve Nanook of the North geliyor. Örneğin Nanook of the North'u izlerken gerçekten çok sıkıldım çünkü ilk belgesellerden biri olduğu için günümüz insanının belgesel anlayışına hitap eden bir şey izlemiyorsunuz. Bir de film hakkında araştırma yapınca dönemin bir kürk markasının sponsorlukları gibi bilgiler öğrenince iyice filmden soğudum. Ama yine belgesel niteliği taşıyan -ama belgesel kesinlikle değil- Häxan ise hatırlayacağım ve beğendiğim filmlerden biri olmuştu.
Filmlerde bir şeylerin anlatılmaya başlandığı zaman sinema sektörü zaten çok büyük yol kat etmeye başlıyor. Sessiz sinemanın yıldızlarına bu konuda çok şey borçluyuz. Kimi zaman kendimizi, duygularımızı, korkularımızı, arzularımızı gösteren filmler izlemek istiyoruz; kimi zaman da topluma, izleyicisine bir şey anlatan ama bunu farklı yollarla deneyen yaratıcı filmler... Bunları bize çok güzel göstermiş eskiler. Çünkü diyalog yok, sadece yüzler var.
Çok uzattığımın farkındayım, o yüzden artık bitireyim bu yazıyı. Eski filmlere dair tek bilgisi babasıyla eskiden hafta sonları izlediği kovboy filmleri olan 21. yüzyıl insanının hislerini okuyabildiyseniz okumuş oldunuz.
"I hate that word. (comeback) It's a return, a return to the millions of people who have never forgiven me for deserting the screen."
Sadece mimiklerle konuşmadan sanat yapabilmek büyük başarı gerçekten...
YanıtlaSilKesinlikle öyle, bunu başaran herkese de sonsuz saygım var :)
SilHani Norma diyor ya bir sahnede, "ben hala büyüğüm, ama filmler küçüldü" ne kadar da doğru bir tespit. Söylediklerine katılıyorum, sessiz filmlerde oyuncuların işleri çok daha zahmetli ve hünere dayanan bir durumdu. Şimdi ses ve peşinden gelen görsel/işitsel efektlerle "insan bedeni mucizesi" geri plana atılıyor. Oysa insanın kendisi bir mucize ve sadece tek bir gözyaşı dökmek bile filmde ustalık gerektiriyor. Burroughs "kelimeler ihanettir" der, katılırım. Diyalogsuz, sadece bedeninle tüm insanlığa seslenirsin. İngilizce bilmen, Fransızca konuşman hiç farketmez.
YanıtlaSilFilme dönersek, Norma sadece eskimiş bir yıldız değil aynı zamanda düşüşe geçmiş bir "insan" aynı zamanda. Beni bu kadar etkilemesinin belki de en önemli nedeni şuydu. Hepimiz bir dönem parlıyoruz kendi hayatlarımızda ve maalesef bir yaştan sonra herkes çöküşe geçiyor. Sözlerimiz dinlenmemeye, etkimiz azalmaya başlıyor artık. Bu durumu bir film aktrisinin üstünden anlatmak çok zekice bir tercih. Ne yazsam yetersiz film hakkında :)
Yine ekleyecek pek bir şeyin kalmadığı bir yorum yapmışsın Zihin, olmuyor böyle :D
SilEvet, bu parlama ve de sonradan çöküş mevzusu benim şu ana kadar izlediklerim arasında pek ele alınan bir konu değildi. -Sadece 12 Angry Men'deki yaşlı karakterin bundan bahsettiğini hatırlıyorum.- Film direkt bu konu üzerinden işlemiş; çok da doğru, etkili bir tercih olmuş Norma Desmond. Gerçekten yetersiz film hakkında söylenen her şey :)
1962 yapımı What Ever Happened to Baby Jane? filmi Sunset Blvd. ile akrabadır. Eğer izlemediyseniz mutlaka öneririm. Orada da eskimiş film yıldızları merceğe alınarak, güzelliğe tapan Hollywood'un gaddarlığı eleştirilmiş. Gerçek hayatta birbirlerine kanlı bıçaklı rakip olan Bette Davis ve Joan Crawford da başroldeki iki kız kardeşi canlandırarak karşılıklı döktürmüştü hatta :) O dönemin filmleri sinema dilini kullanarak özeleştiri yapmaktan çekinmemişler, sadece bu bile saygıyı hak ediyor.
YanıtlaSilÇok keyifli bir yazı olmuş, zevkle okudum. Sevgiler..
Öncelikle öneriniz için teşekkür ederim, bu hafta içerisinde kesinlikle izleyeceğim. Özeleştiri yapabilmek çok önemli ve zor bir şey, saygıyı hak ettiklerine tamamen katılıyorum.
SilYorumunuz için çok teşekkür ederim!:) Sevgiler.