2022 - vulnicure

4 Aralık 2022 Pazar

Ağaç Ev Sohbetleri 171

Pazar, Aralık 04, 2022 29
Ağaç Ev Sohbetleri 171


Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyor. Bu haftanın konusu çok sevgili deeptone'dan. Kendisi sormuş:

"Olsaydı veya olursa, evrenin neresine gitmek isterdiniz, istersiniz?" 



Yine güzel bir soru.

Uçmaktan korkarım. Ama Aladdin'deki gibi bir uçan halıya atlayıp tüm evreni köşe bucak gezme şansım olsa diye hayal etmişimdir çocukken.

İlk olarak içinde bulunduğum yerküreyi turlarım. Koskoca evreni ayağıma sermişler ama sonuçta ben bir insanım, benmerkezci hareket etmek benim doğamda var; bu yüzden ilk işim de bu emektar küreyi gezmek, bildiğim, bilmediğim yüzlerce kültür ve yeri gezmek olur. 

Sonra Ay'a giderim. Bakalım Dünya'dan göründüğü kadar güzel miymiş?

Sonraki durak Mars, çünkü David Bowie'ye sözüm var. Orada buluşacağız onunla. Uçan halımın teybinde de Life on Mars çalar. Uzayda ses yayılmaz derseniz Nasreddin Hoca misali uçan halıya takılmadınız da buna mı takıldınız derim, bozuşuruz, ona göre.

Oradan Plüton'a. İade-i itibar yaparım kendisine. Sonuçta tüm evren benim ve halımın ayaklarımın altında, kuralları ben koyuyorum. Bu evrende artık Plüton bir gezegendir, aksini söyleyen düz dünyacıdır.

Sonra? Halı nereye sürüklerse. Büyük Ayı turu olur, Andromeda olur, hiç fark etmez... Aladdin ve Yasemin'in yolculuğu gibi, ancak bu sefer yolculuk evrenin tamamını kapsıyor. Yanıma da mümkünse gökbilim işlerinden anlayan birini alırım. Hatta belki yolda bizden gelişmiş toplumlardan biriyle karşılaşırım, onlar bana yardım eder, ne dersiniz?

1 Aralık 2022 Perşembe

Back to December

Perşembe, Aralık 01, 2022 19
Back to December

Selamlar!

Bu yazıyı geçmişten gönderiyorum. Bugün vize dönemimin son 3 sınavı birden var. Yazının yayınlandığı saatlerde ben muhtemelen okul yolunda tüm heyecanımla son tekrarlarımı yapıyor olacağım. Dayan Vulnicure, bugünü atlatınca kısa bir süreliğine de olsa rahatlayacaksın.

Yılın son ayının ilk gününü es geçmek, buraları da boşlamak istemedim. Çok yakında her yerin Noel ve yeni yıl süsleriyle dolacağı önümüzdeki günlere hazırlık niteliğinde birkaç şarkıyı bir araya getirdim.


29 Kasım 2022 Salı

Dokuzuncu Yıl

Salı, Kasım 29, 2022 32
Dokuzuncu Yıl


"Merhabalar, hoş geldiniz! :)

Bu blogda şu andan itibaren okuduğum kitapları yorumlayacağım.

İlk olarak okuduğum eski kitaplardan başlıyorum.

Umarım seversiniz."


Her şey dokuz sene önce, tam bu saatte, bu cümlelerle başladı. O günü hatırlıyorum. Dönemin liseye yerleştirme sınavı TEOG'un 1. basamağı bitmişti, 2. basamağına da 5 ay kadar bir zaman vardı. Küçük bir molanın tam zamanıydı. O gün sınavdan çıkıp eve gittiğimde yeni bir dizüstü bilgisayar beni bekliyordu, tamamen bana ait ilk bilgisayarım. Bana yıllarca yoldaş olan şimdilerin külüstürü o Lenovo ile yaptığım ilk şeylerden biri uzun zamandır açmak istediğim kitap blogunu faaliyete geçirmek oldu. Şimdikinden çok daha farklı bir ismi vardı ama neydi, zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım bir türlü hatırlayamıyorum. Sonra burası "Kitap Kuşu" oldu, bu yıla dek. Uzun yıllar mahlasım kalmış bu isim bir şekilde benim bir parçam da oldu. Sanırım Kitap Kuşu bir anka kuşuydu ki bir gün ömrünü tamamladı ve Vulnicure olarak küllerinden yeniden doğdu.

Yazmak ve bir şeyler üstüne konuşmak hep benim olayımdı, bu sebepten burası benim ilk ya da son blogum değildi. Ama hem açtığım hem de yazdığım hiçbir web sitesinde buranın bana hissettirdiklerini hissetmedim, kattığı şeyleri kapmadım. Bu dile kolay 9 senenin içinde ne kadar boşluklar ve aralar olsa da burayı kapatmayı tek bir kez bile düşünmedim. Benim çocukluğum, ergenliğim, yetişkinliğe attığım ilk adımlar, bocalayışlarım, mutluluklarım, hayatımda yer edinen insanlar hep burada kendine yer buldu çünkü. 9 sene önce dünyada yerini arayan o küçük kız arayışını bir türlü sonlandıramadı belki ama kendine burada bir sığınak buldu.


28 Kasım 2022 Pazartesi

Bu Blog Bulunamadı

Pazartesi, Kasım 28, 2022 21
Bu Blog Bulunamadı


Türkçe yazılan müzik bloglarının son kalesi Zihnin Arka Sokakları bugün blog alemine vedasını etmiş. Benim için bir devir kapandı sanki, sahiden buruk bir his doldu içime. Neredeyse 10 yıldır buralardayım, bu sürenin 6-7 yılını Zihin'i okuyarak geçirdim. Blog dünyasından uzaklaştığım dönemlerde bile onun yazılarını okumaktan hiç vazgeçemedim. İnsanlar gelişim çağlarında onlara etki etmiş, iz bırakmış isimleri ve yerleri unutamıyor. Onlar artık olmasa da hep bir yerlerde kalıyor. Zihnin Arka Sokakları'nın yeri doldurulamayacak blog sayfası da benim için böyle.

Bu vesileyle başka kimler vardı, kimler geldi geçti acaba diye düşündüm kendi kendime. Takip ettiğim bloglara baktım, bir sürü gizli blog var. Kimdi, neydi, ne yapıyordu hatırlama şansım yok. Bazılarına tıklıyorum; bu blog kaldırıldı diyor, içeri giremiyorum. Bazılarına giriyorum, yazar gitmeden valizlerini toplamış, içerisi boş. Bazıları da yıllardır sahipsiz ama en azından oradalar, hatta kimisinde veda notu var. Bir kez internete düşen şey hep internette kalır derler ya hani, her durumda geçerli değil bu. Kim bilir ne yazılar, ne anılar toz oldu gitti.

Bu insanların terk-i diyar eylemesinin bir sürü sebebi olabilir. Artık yazmaktan keyif almıyorlardır, hayatlarında yazmalarını bıraktıracak bir şey olmuştur, yoğunluk sebebiyle devam ettirememişlerdir, farklı bir site ya da sosyal medya uygulamasına geçmişlerdir, blog doğal ömrünü tamamlamıştır ya da sadece yazarların canları öyle istemiştir. Ama çuvaldızı biraz da Blogspot'a batırmak gerekiyor diye düşünüyorum. Blogspot alternatifi olmayan bir yer değil, Wordpress dağ gibi dimdik duruyor karşısında. Ama daha amatör ilerleyen bloglar ve teknolojiyle pek de haşır neşir olmayan blog yazarları için ideal olan yer burası, yani yok olup gitmediği sürece talep var. Ben blog aleminin öldüğünü de düşünmüyorum zaten, sadece eskisi gibi alıcısı yok. Uzun süredir yazanlar istatistiklerinde son yıllarda yaşanan dramatik düşüşünün farkındadır diye tahmin ediyorum. Bu işi biraz daha büyütmek isteyenler için yeterli destek yok. Ben burada AdSense'i kullanamadım ama 1.5 yıl kadar önce Blogspot altyapısını kullanan ve sahiden iyi tık alan bir web sitesinden kazandığım reklam geliri komik bir rakamdı. Herkes para kazanmak için yazmıyor, bu tutku işi diyenler olabilir. Haklı da olurlar. Ama buranın ilerlemesi için bir şekilde parasını kazananların da olması lazım çünkü böylece o isimleri buraya bağlayan bir sebep oluyor. Bloglarda yazmak kadar yazan diğer kişilerle iletişim kurmak da önemli ama ortada kimseler kalmadıysa kiminle iletişim kuracaksınız? Böyle olunca reklam geliri almayan ama hayalet şehirde kendi kendine takılmak istemeyen kişiler de buralardan gidiyor.

Instagram, Twitter gibi sosyal medya platformları bloggerlara büyük kolaylık sağlıyor ama oralar buranın tam alternatifi değil maalesef. Buradakiler fikirlerini, hislerini daha detaylı anlatmak istiyor, bazen görselliğe ihtiyaç bile duymuyor. Bu sebeple buranın alternatifi YouTube ve podcastler ama sadece yazmak isteyenler için yapılabilecek tek şey farklı bir web sitesinin altyapısını kullanmak. Dediğim gibi; bence buralar dutluk değil, hâlâ kalabalığız. Ama eskisi gibi de değil. Bir canlılığa, harekete, belki de yeniliğe ihtiyacı var. Ne yapmak lazım peki? Bilemiyorum. Bu yazıyı aslında biraz da bunun için yazmak istedim, okuyacak kişilerin de belki fikri olur ve paylaşır diye. Deep buraya geri dönenleri, yeni yazmaya başlayanları ya da daha önce onun dikkatinden kaçmış isimleri sık sık bloguna taşıyor. Momentos podcastlerinde sayısız blogu tanıttı, tanıtmaya devam ediyor. Ağaç Ev Sohbetleri, Blogger Kitap Kulübü, Blogları Canlandırma Projesi gibi başarılı etkinlikler hem yazarlara başka blogları gösteriyor, hem de yazma ilhamı veriyor. Belki bu tarz etkinlikleri daha sık yapabiliriz; bloglarımızın tozlu raflarından mimleri, meydan okumaları, eski etkinlikleri indirebiliriz. Burası öyle huzurlu, öyle güzel bir yer ki günden güne yapraklarını dökmesine şahit olmak istemiyorum. Öyle iyi kalemler, öyle değerli tecrübeler buraları renklendiriyor ki bir gün sayfalarına girdiğimde "Bu Blog Bulunamadı" yazısıyla karşılaşmak istemiyorum.

27 Kasım 2022 Pazar

Kaçamak

Pazar, Kasım 27, 2022 19
Kaçamak

Buralara girince tahmin ettiğimden fazla zaman harcıyorum. Bilgisayarım yavaş, takip ettiğim bloglar bu sıralar epey üretken, okuyunca üstüne konuşacak şeyler de oluyor hani. Yarın sınavlarım başlayacağı için bu haftanın başlarında günü ve saati önceden ayarlanmış yazılar hazırladım, bu zamanlarda da odak sürecimi etkileyecek şeyler olmadan iyice derslerime kendimi vereyim istedim. Ama yine kendimi tutamadım, bugün bir okuma yapmak için bilgisayarı açmam gerekince bir baktım yine buraya uğramışım. Hazır gelmişken bir-iki şey karalamaktan zarar gelmez.

Twitter'da bir Wattpad kitapları muhabbeti dönüyor. Olay şu: Bir edebiyat sayfası gittiği kitapçıda "Çağdaş Türk Edebiyatı" rafının Wattpad kitaplarıyla dolu olduğunu görüyor ve bunu fotoğraflayıp eleştirel bir dille paylaşıyor. Gelen yorumları söylememe gerek yoktur diye tahmin ediyorum. Ancak bazı kişiler "İsteyen bunları okuyabilir, edebiyat sadece nitelikli ve entelektüel olanın tekelinde olacak diye bir şey yok. Zaten o şekilde olan kitaplar her dönem kendine okuyucu buluyor." diye bu eleştirilere karşı çıkıyor. Sonra bu eleştiriye eleştiriler geliyor; kötü olana edebiyat denilemez, bu kategoriye sokulamaz diyor onlar da. Benim naçizane fikrim edebiyat polisliğinin sonu gelmediği gibi anlamı da olmadığı yönünde. Gerçekten herkes yalnızca kendine bir şey katacağına inandığı, otoritelerce onaylanmış kitapları mı okuyor? Bence herkesin arada kafa dağıtmak için okuduğu "hafif" kitaplar da vardır; "şezlong kitapları" diye bir tür var mesela, sıkça dile getirilir. Alanı da edebiyat olan biri olarak güneşlendiğim, dinlendiğim, günlük hayatın stresinden bunaldığım o zaman dilimlerinde Proust okumuyorum ben şahsen. Daha önce hiç Wattpad kitabı okumadım ama söylemek istediğim de bu zaten, onları değil belki ama onlara denk kitapları okuduğumuz oluyor ve bunda kötü bir şey yok. Yine de, bu romanlar her ne kadar teknik anlamda bu kategorinin altına uyuyor olsa da çağdaş Türk edebiyatı yerine "Genç Kurgu" gibi farklı bir alt başlık altında toplanabilirler diye düşünüyorum.

Don’t Worry Darling (2022) | Film Yorumu

Pazar, Kasım 27, 2022 11
Don’t Worry Darling (2022) | Film Yorumu

Yönetmen: Olivia Wilde
Senaryo: Katie Silberman, Carey Van Dyke, Shane Van Dyke
Oyuncular: Florence Pugh, Harry Styles, Chris Pine, Olivia Wilde, Gemma Chan, KiKi Layne, Nick Kroll, Kate Berlant, Timothy Simons, Asif Ali, Sydney Chandler
Süre: 123 dakika
Ülke: Amerika Birleşik Devletleri


Olivia Wilde'ın yönetmen koltuğuna oturduğu psikolojik gerilim filmi Don't Worry Darling, 50'li yıllarda Amerika'daki bir şirket kasabasında yaşayan Alice (Florence Pugh) ve Jack (Harry Styles) çiftini konu ediniyor. Kasabada yalnızca bir şirketin çalışanları ve onların aileleri yaşıyor, tüm imar işlerini de bu şirket yapıyor. Erkekler aynı anda işlerine giderken kadınlar evlerinde onları bekliyor; ev işi ve yemek yapmaktan kalan zamanlarında bir araya gelip vakit geçiriyorlar, zaten tüm kasaba sakinleri her türlü sosyal faaliyeti bir arada yapıyor. Kadınlar erkeklerin işleri hakkında soru soramıyor ve şirketin belirlediği bazı bölgelere giremiyor. Bir gün eşlerden biri Margaret (KiKi Layne), oğluyla birlikte yasaklı bölgelerden birine girip oğlunu kaybettikten sonra zor günler yaşamaya başlıyor ve küçük toplulukları içinde dışlanıyor. Alice Margaret'ı gözlemledikçe yaşadıkları kusursuz plastik yerin sandığı kadar kusursuz olmadığını ve gizlenen bir şeylerin olduğunu fark etmeye başlıyor.

Eh, magazin haberlerine bu kadar malzeme vermiş bir filmin benim dikkatimden kaçması imkansız olurdu tabii. Vizyona girdiği gibi soluğu sinemada aldım ama yorumumun taslakları terk etmesi o kadar uzun zaman aldı ki film dijital ortamlarda yerini almış bile.

Olivia Wilde'ın 2019 yılındaki ilk yönetmenlik tecrübesi Booksmart'ın aldığı övgüler sonrasında gözler kendisinin yeni işine çevrilmişti. Gelgelelim Don't Worry Darling, kadrosu ve ilk haberleriyle bu gözleri üstünde tutmasına rağmen yayınlanınca yerden yere vuruldu. Bu durumda filmin promosyon döneminde çıkan kötü haberlerin de etkisi var gibi duruyor. Shia LaBouf'un kadrodan kovuluşu, kendisinin kovulmadığını ve yönetmenin Florence Pugh'la alay edişini kanıtlarıyla ortaya sunuşu, sette yönetmen ve başrol oyuncusu arasında yaşanan gerilim iddiaları, Florence'in filmin promosyonlarına neredeyse hiç katılmayışı, filmin galasında Harry Styles'ın Chris Pine'a tükürmesi iddiaları... Tamamını sayamadığım bu olaylar silsilesi filmin önüne fazlasıyla geçti. Belki de ben bu haberlere ve olumsuz eleştirilere denk geldikçe beklentimi düşürmüşüm, bilemiyorum, ama filmi sevdim. İlk perde için pek de olumlu sözler söyleyemiyorum ancak ikinci perdeden itibaren filmin kazandığı ivme, şaşırtmacaları ve oyunculukları çok iyiydi. Ancak ya süre yetersizliğinden ya da başarısız yönetmenlikten filmde havada kalan birçok nokta vardı ve bunlar pek de "dert etme be sevgilim" denebilecek noktalar değildi. Burada spoiler vermek istemediğim için çok bahsedemesem de filmin sonunu etkileyen sahnenin nedeninin açık olmamasının en büyük havada kalma durumu olduğunu söyleyebilirim. Filmden çıkınca arkadaşımla böyle bir hikâyenin filmden çok mini dizi formatına gideceğini konuştuk, bu konuda hâlâ aynı fikri taşıyorum. Bilim kurgu sularında yüzen bir gerilim hikâyesi çekiyorsanız izleyiciyi olana bitene ikna etmeniz gerekiyor ve bu film kimi yerlerde bu konuda sınıfta kalıyor. Bilim kurgu demişken; ben bu filmin bu türde olacağını bilmiyordum, 60’larda geçen toksik bir ilişkiyi izleyeceğiz sanıyordum. Eh, yer yer bunu gördüğümüz doğru, ama meğer pek de alakası yokmuş. Bu bir yanlış reklamın sonucu mu yoksa benim gündemi düzgün takip edemeyişimin sonucu mu, emin değilim. 

İyi bir fikrin kopuk bir işleyişle -ya da işleyemeyişle- ve yalnızca sonlara doğru yakalanan tempoyla ne hâle geldiğini gösteren bu filme izlenecek bir şey bulamayınca göz atılabilir. Florence'in oyunculuğunu sevenler kaçırmasın ama. :)

26 Kasım 2022 Cumartesi

Biraz Rom-Com, Biraz da Son Dönem Filmleri

Cumartesi, Kasım 26, 2022 12
Biraz Rom-Com, Biraz da Son Dönem Filmleri
Do Revenge (2022)

Geçtiğimiz aylarda bolca film izledim, eylül sonlarına doğru romantik komedilere sardım. Bu macera Netflix'in 2022 yapımı Do Revenge'i ile başladı. Film gerek tiplemeleriyle gerekse kahramanların başına gelenler ve motivasyonlarıyla 90'lı yılların meşhur romantik komedilerine bir aşk mektubu niteliğinde göndermelerini yapıyordu ancak müzik seçimleri, günceli yakalayan dili ve estetiğiyle de buram buram 2022 kokuyordu. Şimdilerde 90'ların popülerleşmesi gibi gelecekte 2020'ler moda olursa Do Revenge'in dönemin chick flick temsilciliğini sırtlayacak işlerden olduğuna eminim. İnsanın içini ısıtan tatlı hikayesi, şaşırtmacaları ve muhteşem estetiğiyle ben bu filme bayıldım. 

Eh, bir kere o romantik komedi dozunu almıştım, artık dahası gerekiyordu. Ben de türün belki de en popüler filmi (500) Days of Summer ile devam ettim. 2009 yapımı bu filmi yüzlerce kez duymama rağmen izlememiştim, bitince bu kadar geç tanışmamızın en iyisi olduğunu düşünmeden edemedim. Bundan 5-6 yıl önceki Vulnicure'u düşünüyorum da, kendisi çok daha hayalperest ve mutlu soncu biriydi. Tahmin ediyorum ki kendisi Summer karakterine çok kızar, neden bu aşkı mahvettiniz diye söylenir dururdu. Ancak filmin başında da belirtildiği gibi bu filmin derdi bir aşk hikayesi anlatmak değil. Öyle çok süper, unutulmaz bir iş değil belki ama vermeye çalıştığı mesajı sevdim. Bazen birini sevdiğimizde onu gözümüzde öyle büyütüyoruz ki küçük, hatta kimi zaman kocaman gerçekleri göz ardı ediyoruz. Hisler her zaman karşılıklı olmaz, olamıyor işte. Birini seviyor olmak, karşı tarafın da eşit derecede sevgiyi diğerine verme yükümlülüğünü doğurmuyor. Filmdeki beklenti-gerçeklik sahnesi tüm bunları göstermesi açısından çok başarılıydı.

Soluğu yine türün kült örneklerinden 10 Things I Hate About You'da aldım. (500) Days of Summer'ı geç izlediğim için yaşadığım mutluluk burada tam tersi bir etki yarattı, şimdiye dek bunu nasıl  izlememişim diye söylenip durdum. 1999 yapımı film o kadar keyifli ve beklentilerimin üstünde çıktı ki izleyişimden geçen 1 aylık süreye rağmen sahnelerini düşünüp kendi kendime gülümsüyorum. Müzikleri, klişe denebilecek bir olay örgüsünü olabilecek en keyifli hâle getirerek sunuşu, oyuncuların müthiş performansı, 90'ların kendine has o atmosferi... Bu filmi ileride de tekrar tekrar izleyeceğime eminim.

23 Kasım 2022 Çarşamba

Ağaç Ev Sohbetleri 170

Çarşamba, Kasım 23, 2022 18
Ağaç Ev Sohbetleri 170

 

Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyor. Bu haftanın konusu çok sevgili deeptone'dan. Kendisi sormuş:

"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"


Uzun zamandır Ağaç Ev Sohbetleri'ne katılmıyordum, bu haftanın konusu ilgimi çekince yazmak istedim.

Ben eskiye tutkun olanlardanım. Yanlış anlaşılmasın, bugünden gayet de memnunum; eskiye baktığım o pespembe gözlüklerin mucidi bugünün imkânları sonuçta. Günümüzde yaşamaktan gayet keyif alsam da eski fotoğraflar, eski hikâyeler, eski şarkılar, eski filmler, eski sokaklar, eski insanlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunları biriktiriyorum demek yanlış olur ama incelemeyi, üstlerine düşünmeyi, altında yatanları çözmeyi çok seviyorum.

Deep'in konu hakkındaki yazısında bahsettiği gibi her ailede eski fotoğrafları aşıranlar ya da devir-teslim töreninde sahiplenenler oluyor. Anne tarafında talep çok olacağı için arşiv aktarımı görevi bana kalır mı bilemiyorum ancak baba tarafı ve kendi ailemde tüm bunların sorumluluğu talebim doğrultusunda bana kalacakmış gibi duruyor. Şanslıyım ki benim ailemin iki tarafı da fotoğraflara büyük değer vermiş, ellerinden geldiğince çekip özenle saklamışlar. Sadece fotoğrafları da değil; video kasetleri, karneleri, davetiyeleri, bir kez deneyimleyebilecekleri tecrübelerden kalan birkaç hatırayı da çekmece ve çekyat altlarına kaldırmışlar. Bunların koruyucularına gittikçe fotoğraflara bakmayı ve üstüne konuşmayı seviyoruz, özellikle babaannem ve dedem bayılır fotoğrafları çıkartmaya. Babaannemin de öyle bir arşivi vardır ki hiç bitmez, her gidişimde "Bak ne buldum." diye hiç akla gelmeyecek bir zamandan birilerinin fotoğrafını bulur, sonra da biz o kişileri tanımaya çalışırız. Babaannemle dedemin siyah-beyaz fotoğraf döneminde çekilmiş film yıldızlarına benzer fotoğrafları var, henüz bana devredilmediği için dijital kopyalarını telefonumda tutuyorum. Evde bizim de iyi bir albüm ve video kaset arşivimiz var, arada bakıyoruz. 

 Çözülmeyi bekleyen yapboz hissi verdiklerinden olsa gerek, aile fotoğrafları dışında eski fotoğrafları incelemeyi de severim. Sergilere denk gelirsem mutlaka gezerim, sevdiğim isimlerin hayatlarında neler olup bitmiş mutlaka incelerim. İnternetten de faydalanırım tabii. Antika pazarında ve sahaflarda da fotoğraflara mutlaka göz atarım. Ama eğer şehir, mimari vs. fotoğrafları değil de kişisel fotoğraflarsa genelde satın almaya elim gitmez. Neden bilmiyorum, garip hissediyorum sanırım. Başkasının hayatına istenmemiş bir müdahale yapıyormuşum gibi bir his doğuyor içimde. "Kim bilir neden burada bu fotoğraf, bizimkiler de böyle sahipsiz kalacaklar mı acaba?" diye düşünmeden edemiyorum. 

Başkalarının eski fotoğraflarını satın almaya istisna olarak 94'te çekilmiş bir fotoğrafı 1-2 ay önce Feriköy'deki pazardan satın aldım. Burada paylaşmam doğru olur mu bir türlü emin olamadığım için fotoğrafı koymuyorum ama anlatayım. Bir yaz günü, evin geniş balkonunda, yuvarlak masayla uyumlu çiçekli kılıfı olan ahşap sandalyelerin üstünde oturan iki genç kadın var fotoğrafta. İkisi de yaz aylarını ele veren renklerde, hoş kıyafetler giyiyor. Turunculu olan kadının arkasında evin balkonuna kadar yetişmiş yemyeşil yapraklı kocaman bir ağaç var. Diğer kadın turunculu olana doğru dönmüş, el hareketine bakılırsa bir şeyler anlatıyor. Tam fotoğrafın çekildiği andaki hareketiyle orta uzunluktaki saçlarının uçları hafifçe havalanmış. Her ne konuşuyorlarsa artık; turunculu kadının gözleri kapanmış, ağzı kocaman açık bir şekilde kahkaha atıyor anlatılanlara. Masada da bitmiş küçük bir tabak var, tatlı yenmiş. Arkadaki "Lale" yazısı dışında fotoğrafın öznelerine dair bir ipucu yok ama ikisi de o anın içerisinde öyle keyifli görünüyorlar ki fotoğrafa her baktığımda yanlarındaki boş sandalyeyi çekip muhabbetlerine dahil olmak istiyorum. 


Bu arada sabaha karşı 4 gibi birçok ilden hissedilen bir deprem oldu. Herkes iyi mi?

22 Kasım 2022 Salı

Kafa İzni Dönüşü

Salı, Kasım 22, 2022 19
Kafa İzni Dönüşü

Merhabalar,

Yanılmıyorsam 1 aydır buralara pek de uğramıyordum. Arada taslaklara mânâsını sadece benim zihnimin işgalci güçlerinin anlayabileceği hezeyan kırıntılarını döktüm ama artık temiz bir sayfa açmanın zamanı geldi.

Peki neler oldu? Öncelikle beni 1 hafta yatağa, devamındaki 3-4 günde de eve hapseden ağır bir grip geçirdim. Geceleri aniden gelen ama çok üstüne düşündürmeyen üşüme hissiyle oldukça masumane başlayan bu hastalık boğaz ağrısı ve öksürüğü kadrosuna transfer ettikten sonra asıl olay başladı. Ciğerlerim yerinden çıkıyormuş hissi veren öksürük atakları, o ataklar başlamasın diye insanı panikleten kaburga ve sırt ağrıları, üstümden kamyon ordusuyla geçilmiş hissi veren bir bitkinlik... Maske, aşı ve önlemler sağ olsun 3 yıllık COVID-19 sürecinde bu hastalığa yakalanmadığım ve çok ciddi bir soğuk algınlığı/grip sıkıntısı da yaşamadığım için bu gibi hastalıkların nasıl olduğunu unutmuşum. Uzun zamandır beni bu şekilde ters düz eden bir grip yaşamamıştım. Neyse ki şimdi iyiyim, hiç geçmeyecek sandığım o öksürük sonunda yok oldu gitti.

Gelgelelim bu hastalık beni öyle bir zamanda vurdu ki tüm düzenim alt üst oldu, tam vize haftası öncesi son derslerimi kaçırdım. İlk sınava günler kala çalışmayı kesmek zorunda kaldım. İyileşemediğim için rapor aldım, birkaç sınavıma giremedim. Kaybettiğim zaman diliminde yeterince hazırlanamadığım için ilk 2-3 sınavımın notları pek de parlak gelmedi. Finallerde kurtarırız diyelim, hem ağırlığı daha yüksek :P Neyse ki sonrasındaki sınavlarım tüm o yoğunluğa rağmen genel olarak çok daha iyi geçti, giremediğim sınavlarımda mazeretli sayıldığım için de haftaya onların telafilerine gireceğim. Şans ve çalışma azmi dilekleriniz çok makbule geçer :)

Ciddi anlamda eve tıkıldığım bu zaman dilimi sonrası hem ülke hem de dünya genelinde olanlar beni gerçekten etkiledi. "Ya sevdiklerime bir şey olursa" korkusu tekrardan içimi sarınca bir anda hobilerimden, derslerimden, günlük hayatımdan uzaklaştım. Sonrasında özel hayatımda da birtakım can sıkıcı şeyler oldu, iyice kabuğuma çekildim. Böyle yapmaya devam edersem hiç iyi şeyler olmayacağını biliyorum, bu yüzden buraya koştum. Yazmak, konuşmak eşi benzeri olmayan bir meşguliyet ve cesaret veriyor bana. Her şeyin üstesinden gelebilecekmişim, her şey geçecekmiş hissine kapılıyorum; umutsuzluğun içinde geçici de olsa bir huzura eriyorum. İçimdekileri o projeksiyona yansıttıkça çözüme bir adım daha yaklaşıyorum sanki. Belki de terapi böyle bir şeydir. 

Sınavlar bittikten sonra girdiğim bu bu boşluk sürecinde Steam kütüphanemden oyunlar indirdim bolca. Sıcak yaz günlerinde epey uzun saatlerimi verdiğim Stardew Valley ile giriştiğim bu süreç Florence adlı inanılmaz tatlı, çizimleri ve müzikleriyle huzur veren bir oyunla devam etti. Tek başıma oynadığım için Stardew Valley beni pek sarmadı, Florence de kendini ne kadar sevdirse de 1 saatte bitti. Ben de çok sevdiğim Emily Is Away <3 isimli oyuna geçtim. Aslında oyunu geçen sene ilk çıktığında bitirmiştim ama bu sefer farklı ihtimalleri görmek için yeni bir rotada devam ettim. Bu oyun bana nostaljinin gerçeklikten kaçış sürecimize etkisi üzerine bir yazı fikri verdi ve güzel bir beyin fırtınası yaptırdı. Konuyu mazeret sınavlarım aradan çıkınca tamamen irdelemek niyetindeyim ama sizin konu hakkındaki fikirlerinizi de merak ediyorum. Son olarak ana oyunu kısa süre önce ücretsiz olan The Sims 4'a geçtim. Bu oyun da 2-3 boş günüme keyif ve bir uğraş kattı ama fazla vaktimi aldığı için daha fazla devam etmek istemedim, böylece oyun maceramı sonlandırdım. 1 ayım böyle geçti işte; hastalıklar, sınavlar, içsel mücadeleler, oyunlar... Şimdi geride kaldıklarıma yetişmem lazım.

Bir Vulnicure yazısının müzik olmadan sona ermesi mümkün mü? Son günlerde hayatıma arka fon olarak eşlik eden Phoebe Bridgers'ın Tom Petty and the Heartbreakers cover'ı olan bu şarkıyı dinliyorum sürekli.


14 Kasım 2022 Pazartesi

"Çizikti, Şuydu Buydu Vesaire"

Pazartesi, Kasım 14, 2022 0
"Çizikti, Şuydu Buydu Vesaire"

 2 gündür kusacakmış gibi hissediyorum, içime bir şey oturdu sanki.

Direkt olarak etkilenmediğim olaylar beni ne kadar üzse de kendimi olayın öznesi yaparmışçasına yorum yapmayı, "Daha 3 gün önce oradaydım, şansa yaşıyoruz." şeklinde benmerkezci yaklaşımlarda bulunmayı sevmiyorum. Ama yaşanan son olay beni ruhsal olarak çok etkiledi. 2015 ve 2016'da her adımımızı tereddütle attığımız, her gün yeni bir haberle sarsıldığımız o karanlık günleri hatırladım. Bizler bir şekilde hayatlarımıza devam ettik, ateş de her zaman olduğu gibi düştüğü yeri yaktı geçti.

Şimdi ne olacak, ne bitecek bilmiyorum. Travmatik bir tecrübeden sağ kurtulan vatandaşı için "Çizikti, şuydu buydu" diyenler bir tarafta; "Türkiye'yi ziyaret eden milyonlarca turistin vakit geçirdiği caddede bombalı saldırı oldu" şeklinde manşet geçenler bir tarafta; işine, okuluna ya da sadece sevdiklerinin yanına giderken canını ya da sevdiklerini kaybetme korkusunu taşıyan bizler bambaşka bir tarafta. Kimsenin gözünde en ufak bir değerimiz yok. Ya sayıyız, ya da turistik değeri olan ve ziyaretçilerinde oryantalist hisler uyandıran bir şehrin figüranları.

Nasıl okula gideceğim, panik atak yaşamadan hayata nasıl geri döneceğim bilmiyorum. Tek dileğim kötü günlerin artık ardımızda kalması.

21 Ekim 2022 Cuma

211022

Cuma, Ekim 21, 2022 29
211022

Dün heyecanla Taylor Swift şarkılarını sıraladım, bugün albüm geldi. Türkiye saatiyle sabah 7 gibi çıktı sanırım. Ben bugün erken uyanmıştım ama hemen dinlemek istemedim. Biraz bekledim, öğlene doğru dinledim. Böylesine popüler bir ismin yeni işini dünyayla aynı anda dinlersem insanların anlık fikirlerini merak ediyorum, sosyal platformlardan canlı olarak okumaya çalışıyorum. Öyle olunca başkalarının fikirleri beni de etkileyebiliyor, ben de sadece kendi fikirlerimi dinlemek istedim sanırım. Tabii ki tek dinleyişle fikirlerim kesinleşmedi ama ilk izlenimim kocaman bir hayal kırıklığına uğradığımdan ibaret maalesef. Biraz daha dinleyince ve albüme dair fikirlerim oturunca muhtemelen buraya da bir şeyler karalarım ancak şimdilik ben Folklore'dan devam edeceğim.

Son günlerim hızlı ve yoğun geçiyor, nereye gittiğimi bilmediğim ama geride kalmamak adına kalabalıkları takip ettiğim bir yarışta gibiyim. Bir de sürekli ufak tefek rahatsızlıklar yaşıyorum. Yorgun olduğumu hem ruhen hem bedenen hissettiğim için hazır vizelere tek basamaklı günler kalmamışken şu yarışa ufak bir ara vermek istedim. Boğaz'ın o hafif yağmurlu, serin havasına ihtiyacım varmış meğer. Bir süredir görüşemediğim bir arkadaşımla buluştum, Rumelihisarı taraflarına gittik. Boğaz manzarası eşliğinde sıcak bir kahve sonrası vapur saatine yetişebildiğimiz yere kadar gidelim diyerek başladık yürümeye, kısmetimiz Emirgan İskelesi’ne kadarmış. Bu rotalarda yürümenin ayrı bir keyfi var ve İstanbul'da başka yerlerde olmayan bir keyif bu, vapurla Beşiktaş veya Kadıköy’e geçtiğimde onun kırıntısı bile kalmıyor çünkü. Tüm olayı en azından hafta içinde deneyimlenebilen sakinliği sanırım. Al kahveni, yürü. Yalıların önünden geçerken "Burada kimler kimler var, ne hayatlar yaşıyorlar acaba?" diyen meraklı ama bunu çok da belli etmeyecek temkinli gözlerle etrafa bak. Hep içinde "Sakin ol champ, evdeyim." diyecek insanların olduğu bir yalıyı bizzat içeriden görmek istemişimdir.

20 Ekim 2022 Perşembe

13 Şarkıyla Taylor Swift

Perşembe, Ekim 20, 2022 14
13 Şarkıyla Taylor Swift

Taylor Swift gerek sanatçı kimliğiyle, gerekse superstar kimliğiyle benim için hep inişli çıkışlı bir isim oldu. CD'lerin en azından arabalarda işe yaradığı dönemlerde kendisinin albümünü aldığım da oldu, beyaz feminist aktivizmine göz devirip arkadaşlarımla dalga geçtiğim de. Yine de bir gerçek var, uzun soluklu kariyeri boyunca Taylor Swift isminden kaçmam mümkün olmadı. Geçen sene tüm ön yargılarımı rafa kaldırarak baştan sona Taylor'ın müzik kataloğunu dinlemeye başladığımda işler benim için tamamen değişti. Karşımda sanatına, söz yazarlığına ancak en çok da hikâye anlatıcılığına saygı duyduğum biri vardı artık. O gün bugündür farklı mevsimlerle hatta daha kısa dönemlerle özdeşleştirdiğim, sözlerinde kendimi bulduğum bir Taylor Swift albümü ya da şarkısı var etrafımda. Şimdi ise bundan birkaç saat sonra Taylor Swift, son dönemlerin en üretken sanatçılarından olmasının hakkını vererek 10. stüdyo albümü Midnights'ı saatler sonra yayınlayacak. 13 şarkıdan oluşacak bu albümü beklerken ben de en sevdiğim 13 Taylor şarkısını bir araya getirdim.

9 Ekim 2022 Pazar

Bulutlu Bir Cumartesi Gününün Ardından Kalanlar

Pazar, Ekim 09, 2022 25
Bulutlu Bir Cumartesi Gününün Ardından Kalanlar

Havalar soğudu. Sufjan Stevens, kalın kazak, latte ve pek tabii Alacakaranlık'tan Bella'nın meşhur depresyonu mevsimi geldi gelecek artık. Ben de kahvemi aldım, bilgisayar karşısına geçtim, öyle biraz içimi dökeyim istedim. Yazının sonunda küçük bir playlist var, okurken dinlemek isterseniz önden haberdar edeyim.

Bu aralar hayatımda bir çeşit denge kurmaya çalışıyorum ancak çok zorlanıyorum. Başarılı olmak istiyorum mesela ama kendimi tamamen kütüphanelere, amfinin sonsuzluğa uzanan sıralarına kapatmak da istemiyorum. Sinemaya, tiyatroya, bu sıralar yokluktan çıkmışçasına coşmuş etkinliklere gideyim de istiyorum. Bir yandan arkadaşlarımla düzenli görüşmelerin yanı sıra yeni sosyal ortamlara karışayım, pandemide içine çekildiğim kabuğumu kırayım istiyorum. E spor, yürüyüş olmayacak mı, onları da istiyorum. Ailedeki herkesle ayrı ayrı ve birlikte yeterli vakit geçireyim; bir yandan evde kitaplarımdan, dizilerimden, filmlerimden ve elbette müziklerimden ayrı düşmeyeyim istiyorum. Ama işte çok zor, olmuyor. İlla bir şeyler baskın gelmek zorunda. O yüzden bu aktivitelerin hafta ve ay içerisinde oranlarını kendi kafamda karar vererek ayarlamaya çalışıyorum ben de. Mesela bu hafta uğraştırıcı konular işlenecek ve ağır bir ders tempom olacaksa sosyalleşme işleri biraz rafa kalkıyor, önümüzdeki hafta onun telafisini yapıyorum. Ya da bir hafta filmlere sardıysam ertesi hafta dizilere geçiyorum. En doğrusu bu mudur, bilemem, ama ben biraz çalkantılı bir kişilik olduğum için kendi kendimin ruh emiciliğini yapmadan kurduğum "denge" bu şimdilik.

Bu sıralar kafama takılan bir başka durumsa parasal mevzular. Okul açılınca eylül sonu ve ekimin ilk günlerinde büyük kitap alışverişi yaptım ve bir öğrenci olarak bütçemin sarsıcı seviyede üstüne çıkmam gerekti. Şimdi daha ekim ortasına gelmemişken kendi kendime para hesapları yapıyorum. Mesela İstanbul'da gitmeyi çok istediğim Filmekimi başlıyor ancak 60-70 TL civarındaki biletlerle insan neye gidebilir ki? Bir de bu aralar çevremden bir sürü insanın yurt dışı seyahatlerini görüyorum, bir gün Barselona'da bir gün Amsterdam'da geziyorlar. Bu ekonomi vatandaşın ya da İKSV'den birilerinin sorumluluğu altında değil, onları kesinlikle suçlamıyorum. İmkanı olan herkes sevdiği aktivitelere, gezilere parasını ayırır tabii ki, hangimiz yapmayız ki bunu? Ayrıca insanlar ekmek alamazken en büyük derdimiz benim sinema ya da uçak bileti alamıyor oluşum değil, bunların da tamamen bilincindeyim. Ama uçurum her geçen gün büyüdükçe ve bizler sosyal medya sayesinde bu durumun bilincine vardıkça insanın canı "Benim neyim eksik, ben niye yapamıyorum?" diye sıkılıyor işte. Sevgili Buraneros geçenlerde çok keyifli bir "Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?" yazısı yazmıştı, onu okuduktan sonra bizde vaziyet her ikisini de yapamamaya doğru gidiyor artık diye düşünmeye başladım. Hadi yurt dışını, hobiyi, akşam arkadaşlarla oturup iki kadeh bir şeyler içmeyi şunu bunu geçtim, insan ikinci çayı içme konusunda tereddüt edecek kıvama gelebilir mi ya? Hayır, bir de ben bu sene kısmet olursa mezun olacağım, ondan sonra ne olacak? İşler herkes için çok zor gerçekten. Umarım daha güzel günler kapıdadır, başka bir temennim yok.

Biraz can sıkıcı bir başlangıç oldu, konuyu değiştirme zamanı. Bu aralar yazıyorum. Hem sağa sola, hem de buraya. İlham gelmiş bir dönemdeyim sanırım. Kendimi doğru ifade ettiğime inanabildiğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum. Bunun ne kadar değerli bir his olduğunu hiç fark etmemişim, hatta hep yok saymışım. Sahiden güzel dizi ve filmler izliyor, kitaplar okuyorum son zamanlarda. Onların da bu yazma sürecine katkısı büyük oluyor. Şimdilik büyük kısmı blog taslaklarında üstünden geçilmeyi bekliyor, ben de zaman buldukça yazıyorum. Ancak bu açıdan verimli zaman geçirdiğimi hissetmeme rağmen aylık raporlarımı tutmayı bıraktım, bundan sonra uzun bir süre yapmak isteyeceğimi de sanmıyorum. Bir yerde arşivlenmiş şekilde ay ay yapılanları görmek teoride çok hoş görünse de pratikte tam anlamıyla gerçeği yansıtmıyorlar ve ister istemez insanı sayılar üstünden değerlendirme yapmaya itiyorlar. Mesela eylül boyunca House of the Dragon dizisini izledim ancak sezon henüz sona ermediği için onu rapor yazıma alamıyorum, bu şekilde kurduğum sayı odaklı bir sistem bana ileride dönüp bakınca ne kadar doğru sonuçlar verebilir ki? Sadece 5 dizi bitirmişim der geçerim ve o dönemi tam anlamıyla görmüş olmam. Raporların yerine kimi zaman bu şekilde sohbet yazılarında, kimi zaman canım isteyince yazılmış "bu ay okuduklarım/son zamanlarda dinlediklerim" tarzında bana o zaman dilimini bana hatırlatacak ve daha doğru şekilde gösterecek yazıları kendi üzerimde anlamsız bir baskı oluşturmadan yazabilirim düşündüm. Bir de benzer sebeplerden aylık k-pop gündemi yazı dizisine geçen hafta paylaştığım haziran ayı yazısıyla birlikte nokta koymaya karar verdim. Bu yazıları hazırlamayı başlangıçta çok seviyordum, tıpkı raporlarda olduğu gibi arşiv mantığıyla o ay dinlediklerimi, gördüklerimi bana hatırlatıyorlardı. Ama bu iş boyumu fazlasıyla aşmaya başladı. Belki de hiç dinlemeyeceğim şeyleri sanki bana ödev verilmişçesine dinlemeye, yüzlerce şarkıyı arka arkaya dinledikten sonra artık kafamda yeni düşüncelere yer kalmamışken zorla fikir oluşturmaya başladım; işin keyfi kaçtı. Neden böyleyim bilmiyorum, günlük hayatımda da hep kendime bunu yapıyorum. Hobi, boş zaman aktivitesi sayılacak şeylere bile fazla önem atfediyorum; benim elim değmiş her şey hep mükemmel olsun istiyorum, sonra da ona ulaşamayarak işin keyfini bozuyorum. Lisede, ortaokulda uyduruk ödevleri yaparken bile böyleydim. Mükemmelliğe ulaşmanın imkansızlığını biliyorum ama onun peşinde koşuyorum yine de. Aslında o kadar gereksiz bir arayış ki bu. Otur, keyfine bak, değil mi? Neyse, bu da öyle küçük bir duyuru olmuş olsun.

Müzikten bahsetmişken, bu aralar müthiş albümler çıkıyor. Yeah Yeah Yeahs, Cool It Down'la yıllar sonra beni tekrar hayranları yaptı örneğin. Albüm dream pop ve indie türlerine çok yeni şey katmıyor belki ama ortaya çıkan sonuç o kadar güzel ki hayran kalmamak elde değil. Shygirl'ün ilk albümü Nymph de bir süredir ilgimi yitirdiğim hyperpop çatısı altında toplayabileceğimiz sanatçılara olan inancımı geri getirdi. Zaten Shygirl bu türde her zaman en iyilerdendi, onu daha da yukarılara taşıyacak iyi prodüktörlerle müthiş bir işbirliği yaparak bunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Benzer kitleye hitap eden bir başka sanatçı Bree Runway de Azealia Banks'in eski işlerini hatırlatan That Girl adlı süper bir hip-house şarkısı yayınladı, sürekli onu dinliyorum. Bir de blog adıma ilham vermiş Björk'ün 5 yıl aradan sonra döndüğü Fossora var ki burada albümden bahsetmek için doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. Sindirerek dinlenmesi gereken bu çok katmanlı yeni albüm, öncülü Utopia'nın karmaşıklığı sonrası Björk'ün de dediği gibi yere sağlam basmasıyla bana çok iyi geldi. İleride albüme dair bir şeyler mutlaka yazarım. Yeniler dışında yazının başında adını geçirdiğim Sufjan Stevens'ın müthiş Illinois'unu dinliyorum. Common'ı dinliyorum, ki kendisi en sevdiğim hip-hop sanatçılarındandır, türe ilgi duymayanları bile kendine çekebilecek nitelikte başarılı Be albümünden sevdiklerimi döndürüp duruyorum. Arada Billie Eilish'in geçen sene yayınladığı albümüne sarıyorum, o da çok iyi bir çalışma. SHINee dışında pek k-pop dinlemiyorum son haftalarda, o konuda bir tık gerideyim.

Son olarak, biraz üstte bahsettiğim kitaplarım fiyatlarıyla canımı sıksa da içerikleriyle öyle ilgi çekici ki daha hiçbirini rafa kaldıramadım, hatta bazılarına bodoslama daldım bile. Kitapları en uygun fiyatlı sitede bulacak şekilde aradığım için birkaç farklı yerden alışveriş yapmam gerekti, böylece 5-6 partlık uzun bir kargo bekleyiş sürecim oldu. Tüm paketler en geç 1 hafta içinde elime ulaşsa da içindekilerle büyük önem arz eden ve PTT Kargo sağ olsun bir türlü elime geçmeyen son bir paket geriye kaldı. Gönderi takibine bakınca görüyorum ki siparişim evime yakın bir ilçede günlerdir il içi aktarmayı bekliyor. Öyle ki artık paketi kaybettiklerini düşünmeye başladım. PTT'nin sitesinde canlı destek linkine tıklayınca herhangi bir şeye ulaşamıyorum. Telefonla ara derseniz kendilerine bu yolu deneyerek ulaşabilen varsa rica ediyorum benim de selamlarımı iletsin. Kargo olarak PTT'yi kullanmayı hiç sevmiyorum ancak maalesef satın aldığım sitede başka bir seçeneğim yoktu, ellerine düştüm. Bakalım ne zaman gelecek, merakla bekliyorum. 

Bu arada bu aralar boş zamanlarımda blogun etiketleriyle uğraşıyorum, arada çok eski yazılarım okuma listelerinizde boy gösterebilir. Denk gelirseniz lütfen görmezden gelin :)


Sufjan Stevens - Come On! Feel the Illinoise! (...)

Björk - Fungal City

Common - The Corner (ft. The Last Poets)

Grimes - REALiTi (Demo)

Sufjan Stevens - They Are Night Zombies!! (...)

8 Ekim 2022 Cumartesi

The Bear (2022-) | BCP

Cumartesi, Ekim 08, 2022 21
The Bear (2022-) | BCP


Blogları Canlandırma Projesi'nin eylül teması "yemek" idi. Yemek yapmayı sevmediğim için yemek yapım süreçlerine dair içerikleri izlemekten pek keyif almıyorum. Bundan olsa gerek; koca bir ay boyunca bu ayın temasına uygun ne bir kitap, ne bir film, ne de bir dizi seçebildim. Artık Netflix'in yemek reality showlarına kadar inmişken Paris Hilton'ın 3-4 bölümlük bir karantina şovunu izleyecek gibi oldum, sonra bunun üstüne ne yazarım ki diye düşünüp vazgeçtim. Selena Gomez'in HBO'da yayınlanan ve sevilen bir şovunu buldum, onun da bölüm sayısı fazla geldi. Tam bu esnada bir dizi imdadıma yetişti: The Bear. Zaten merak ettiğim dizinin 5 Ekim'de Disney+'a geleceğini öğrenince birkaç gün sabrettim ve tüm bu sürece değecek bir iş izleyerek eylül ayını kapattım.

Sezon finali haricinde 20-30 dakikalık 8 kısa bölümden oluşan The Bear, dünyanın en meşhur lüks restoranlarında çalışmış genç ve başarılı şef Carmen'in bir aile üyesini trajik şekilde kaybetmesi sonrası Chicago'ya dönüp aile restoranlarının başına geçmesini konu ediniyor. Katı ve acımasız fine dining dünyasından çıkan Carmen bu restoranın disiplinsiz ortamını hizaya sokmaya çalışırken aile gibi olmuş mutfak ekibinin değişime direnişiyle karşılaşıyor. Durumu düzeltmek için yeni biri ismi işe almasına rağmen bu inatçı ortamı yönetme konusunda yaşadığı zorluklar bir türlü son bulmuyor.

Hani bazı diziler olur; cuma günü haftanın yorgunluğunu atayım diye başlatırsınız ve başından kalkamadan bir oturuşta bitirirsiniz, işte The Bear tam da böyle. Hem de kısa süresiyle tüm hafta sonunuzu almadan ve kafanızda soru işareti bırakmadan bunu yapıyor. Dizi, mutfak ortamlarının konuşulagelen gergin ortamını ve hızlı temposunu öyle iyi işliyor ki bazı bölümlerde izleyiciye bile panik atak geçiriyormuş hissi yaşatıyor. Hele 20 dakikalık tek plan çekim kullanılan bir bölümü var ki, şef size "Al, sen de şu köşede soğanları doğra." demişçesine kendinizi o kaotik ortamın içinde buluyorsunuz. Tüm bunların o ortamların içinde bulunan insanlar için çok daha fazla şey anlattığına eminim. 

Arka planda Carmen'in yas süreci, aile bireyleriyle ilişkisi, eski işinde yaşadıkları ve yan karakterlerin kendi dünyalarına ait hikayeleri de tam dozunda işleniyor. Restoranın diğer çalışanları teknik olarak yan karakter olsalar da tam anlamıyla öyle bir muamele görmüyorlar, dizi mutfağın her bir köşesine değinmeye çalışıyor. Ayrıca zar zor giderlerini çıkartabilen lokal bir restoranın COVID döneminde kapanmak zorunda kaldıktan sonra nasıl ayakta kalabildiği gibi konulardan da güncelliği yakalamayı başarıyor.

Dizi, o diyarları görmesek dahi medya sağ olsun zihnimize işlemiş Chicago'nun o soğuk atmosferini hem görsel hem de müziği kullanarak işitsel anlamda çok güzel yansıtıyor. Seçtiği renk paletiyle bile kendini belli eden o soğuklukta The Bear insanın içini ısıtmayı başarıyor. Yemeklerin iştah açıcı görüntüleri de işin tuzu biberi gibi, büyük keyif veriyor.

Ben mi abartıyorum inanın bilemiyorum ancak dizinin bitiş jeneriği akarken zihnimde "streaming devrinde dizi anlayışının tam da bu şekilde olması gerektiği" düşüncesi dönüyordu. Bir derdi olan ama derdini abartmadan, uzatmadan, tam kıvamında sürelerde iz bırakacak şekilde anlatan bu gibi iyi işlerin daha da yaygınlaştığını görmek mümkün olur umarım. İzleyin, izlettirin efendim. :)


7 Ekim 2022 Cuma

Hoje Eu Quero Voltar Sozinho (2014) | BCP

Cuma, Ekim 07, 2022 15
Hoje Eu Quero Voltar Sozinho (2014) | BCP

 
Yönetmen: Daniel Ribeiro
Senaryo: Daniel Ribeiro
Oyuncular: Ghilherme Lobo, Fabio Audi, Tess Amorim, Eucir de Souza, Isabela Guasco, Selma Egrei
Süre: 96 dakika
Ülke: Brezilya


Blogları Canlandırma Projesi'nin ağustos teması "Latin Amerika ya da seçkin yazarlar ve yönetmenler" idi. Ben ağustos ayının başlarında temayı iki seçeneğinden de yakalayacak bir kitap okumayı planlamıştım ancak ne yazık ki koca bir ay boyunca bunu yapmaya fırsat bulamadım. Belki sonra okurum diye erteleye erteleye bir baktım ekime kadar gelmişim, araya bir BCP ayı daha girmiş. Bunun üzerine daha fazla bekletmek istemedim ve beni üstüne çok düşündürmeyecek kısa bir Latin Amerika filmi arayışına girdim. Böylece bu şirin film karşıma çıktı.

2010 yapımı Eu Não Quero Voltar Sozinho adlı kısa filmin uzun metrajlı versiyonu olan film, Leonardo adlı görme engelli bir gencin okul ve sosyalleşme konularında günlük hayat mücadeleleri esnasında Gabriel adlı sınıfa yeni gelen bir öğrenciyle tanışmasını konu ediniyor. Bir yandan Leonardo'nun her zaman yanında olan en yakın dostu Giovana, bu yeni öğrencinin arkadaş gruplarına katılıp Leonardo ile yakınlaşmasıyla dışlanmış hissediyor.

Film çok yaratıcı bir konuya ya da eşsiz bir işleyişe sahip değil, hatta izlerseniz hayatınıza çok da şey katmayacak belki ancak genç ve tecrübesiz isimlerden oluşan iyi kadrosuyla ve düşük bütçesiyle insanı lise sıralarına geri oturtuyor. Leonardo'nun yavaş yavaş Gabriel'e kapılış sürecini görme engelli bir bireyin tecrübesi üzerinden hiçbir zaman dramatize etmeden sakin ve çok doğal bir şekilde işliyor. Senaryoya çok iyi yedirilen harika müzikler de büyük keyif veriyor.

Son zamanlarda günlük hayatın yoğun temposunu ve durmak bilmeyen bir hızda ilerleyişini o kadar kanıksamışım ki sakin sakin akıp giden bu film ruhuma vitamin takviyesi almış etkisi verdi. İlk aşkları, lise döneminde yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen dostlukları ve elbette bu iki ilişki türünün hayatlarımızdaki konumunu o kadar nahif bir dille işliyordu ki film bittiğinde kocaman bir tebessümün yüzüme yerleştiğini hissettim. Bazen tam da böyle pozitif ve huzur dolu filmlere ihtiyaç duyuyor insan.

2 Ekim 2022 Pazar

Avatar'ı Hatırlamıyor Muyuz?

Pazar, Ekim 02, 2022 17
Avatar'ı Hatırlamıyor Muyuz?

1994 yılında James Cameron, çocukluğunda okuduğu bilim kurgu ve macera kitaplarından ilham alarak yazdığı bir tretman hazırladı ancak teknolojinin kafasındaki vizyonu destekleyecek kadar gelişmemiş olmasından bu fikri hemen yapım aşamasına geçiremedi. Aradan yıllar geçti, sinema teknolojisinde özellikle görsel efektler konusunda büyük gelişmeler oldu. Takvimler Aralık 2009'u gösterdiğinde sonunda Cameron'ın zihnindekileri beyaz perdeye aktarabildiği Avatar adlı bir film vizyona girdi.

Film dünyayı kasıp kavurdu ve gelmiş geçmiş en yüksek hasılatlı film olarak tarihe geçti. Vizyon tarihinden tam 10 sene sonra Avengers: Endgame bu başarısını elinden alsa da pandeminin ilk zamanlarında dünyanın genelinde sinema salonları kapalıyken Avatar Çin'de tekrardan vizyona girdi ve 2 yıl aradan sonra tahtını geri aldı. Film 9 dalda Oscar'a aday oldu, üçünü kaptı. 7'den 77'ye herkesi 3D sinema teknolojisiyle tanıştırıp büyüledi, görsel efektlerde çığır açtı. Ancak tüm bu başarılara rağmen hem eleştirmenler hem de genel izleyici kitlesi Avatar'ın 3D sinemayı yaygınlaştırmak dışında popüler kültürde etkisinin olup olmadığı konusunda yıllardır tartışıyor. 

2009 yılında ben 9 yaşındaydım. Sınıfta Avatar'ın konuşulduğunu hayal meyal hatırlasam da o dönemlerde filmi izlemedim. İlk kez izleme fırsatım vizyon tarihinden 1-2 yıl sonra alt komşumun filmin DVD'sini alıp beni izlemeye çağırmasıyla oldu. Sonra aradan 2-3 yıl geçti, bizim eve üç boyutlu film izleme özelliği olan bir televizyon alındı. Sıra bu özelliği test etmeye gelince herkesin ilk tercihi Avatar oldu tabii, bir kez de bu şekilde izledim. Aradan yine yıllar geçti; Avatar'ın 13 yıl sonra gelen devam filmi vizyona girmek üzereyken ilk film, görüntü ve sesi yeniden geliştirilerek 4K olarak tekrardan beyaz perdelere geldi. Ben de bu vesileyle bir kez de IMAX 3D teknolojisiyle filmi izleme şansı buldum.

Son izleyişimde filmin açılış sahneleri ekrandayken aklımda tek bir soru vardı: "Başroldeki bu adam insandı sahiden, niye mavi oluyordu ki?" Filmin oyuncularını, karakterlerini, hikâyesini ve hatta konusunu unutmayı bile bir yere kadar anlayabildim ancak izlemekte olduğum yapıma adını vermiş en önemli noktayı bile hatırlayamamak kesinlikle bambaşka bir seviyeydi. Başrol oyuncusu Sam Worthington'ın filmdeki varlığını bile o kadar unutmuştum ki kendisini hayatımda ilk kez izliyor gibiydim, sanki karşımda yeni bir oyuncu vardı. Hafızamı zorladığımda filme dair hatırladıklarım havada uçulan sahnelerden güzel kareler ve dünya dışı mavi yaratıklardan ibaretti.

2019 yılında çekilen bu videonun da esprili bir dille gösterdiği üzere Avatar'ı hatırlayamayan tek kişi ben değilim. Serinin internet üzerinde mirasını aktaracak güçlü ve sadık bir hayran kitlesi yok. Ne oyuncak mağazalarında ne de çocukların ellerinde Avatar markasına ait ürünler olmuyor, güncel sinema-televizyon yapımlarında ya kitaplarında Avatar referansları yapılmıyor, hatta arkadaş ortamlarında bile filmden bir sahne ya da repliğe göndermeler yapılmıyor. Avatar konuşuluyorsa ya gişesi, ya 3D sinemayı popülerleştirmesi ya da kimsenin bu filmi konuşmaması hakkında konuşuluyor.

Peki ya gişe rakamları her zaman kültürel etkiyi göstermez mi? Bir kesimin sinemalarda en çok izlenen filmlerden birini hatırlayamaması onun kültürel değerini azaltır mı? Gerçekten de Avatar'ın kültürel etkisi yoksa veya yok denecek kadar azsa bunun sebepleri neler? Sinema salonundan çıktığım andan beri düşündüğüm bu sorulara bu yazıda kendimce bir cevap bulmaya çalışacağım.


Belki 2011 yılında Avatar'ın bir devam filminin vizyona gireceğini öğrenseydik şu an bu konuları konuşuyor bile olmazdık ancak serinin verdiği 13 yıllık arada popüler sinema çok değişti. Marvel Sinematik Evreni popüler vizyon filmlerinin akışına yön vermeye başladı ve Avatar'ın verdiği uzun ara bu yeni akışa uyum sağlayamadı. Marvel filmlerinin Avatar'a attığı bir diğer kazık ise bir zamanlar ekranda gördükleri karşısında büyülenmiş ve her filmi bu formda görmek istemiş izleyicileri 3D sinema teknolojisinden bıktırıp soğutması oldu. 3D filmlerin başını çeken Avatar'ı çıktığı dönemde özel kılmış bu özelliğin seyirci nezdinde bir çekiciliği kalmadı.

Avatar'ın bir diğer sorunu ise izleyicisine sunduğu müthiş görsel şölenin hikâyesinin fazlasıyla önüne geçmesiydi. İzleyenler sırf o görsel ya da sinematik tecrübeyi deneyimlemek için izliyordu, filmin tahmin edilebilir ve zayıf hikâyesi de bu konuda pek yardımcı olmuyordu. Serinin bu konuda en büyük sıkıntısı ise büyük kitlelere oynamasına rağmen insanlara üstüne düşünecekleri, teoriler üretecekleri, devamını talep edecekleri ilginç olay örgüleriyle senaryosunu güçlendirememesiydi. Ayrıca USA Today'den Patrick Ryan'ın konu hakkındaki yazısında belirttiği gibi film, seyircilerin bağ kurabileceği Han Solo gibi karizmatik bir aksiyon figürünü de içinde bulundurmuyordu. 2010'ların sonlarında insanların azınlık hakları konusunda bilinçlendiği bir dünyada filmin beyaz kurtarıcı kompleksine örnek tasviri de filmin mirasına uzun vadede pek olumlu katkıda bulunamadı tabii.

Yine de tamamen olumsuz yaklaşmak istemiyorum. Görsel anlamda böylesine detaylı bir yapımı IMAX'te izlemek beni büyüledi çünkü son dönemlerin popüler filmleri görsel efektlere fazlasıyla dayansa da bu filmde olduğu gibi ince işçilikleri artık göremiyoruz. Filmin sonunda yayınlanan Way of Water ön izlemesi beni neredeyse aralığa gün sayacak şekilde heyecanlandırdı. Umutsuz değilim, bu seneden itibaren 2 yılda bir çıkacak devam filmleri seriye en az maddiyat kadar önemli o "kültürel etki" değerini de getirip durumları değiştirebilir. Pandemi sonrasında izleyiciye "sinema tecrübesi"ni hatırlatan Top Gun: Maverick'in son dönemdeki başarısını düşününce bu seri de benzer bir Rönesans sürecinden geçebilir. Ama her şeyden önce kilit nokta olan seyirci-film bağını başarıyla kurması gerekiyor. Zamanın testini hep birlikte göreceğiz.

Filmin tekrar vizyona girip hem kendini hatırlatmasını hem de yepyeni bir nesille tanışmasını çok doğru bir hamle olarak görüyorum. Ancak sadece 1 hafta daha vizyonda kalacağı için izlemek isteyenler lokal sinema salonlarının bilet sitelerini biraz kurcalayabilirler. Hoş, güncel Türkiye şartlarında 100 TL'ye IMAX fiyatı olduğu sürece çoğunluğun bu fırsattan faydalanma şansının olmadığı çok açık ama ben formaliteden de olsa duyurusunu yapmış olayım.

1 Ekim 2022 Cumartesi

Haziran 2022'de K-Pop

Cumartesi, Ekim 01, 2022 6
Haziran 2022'de K-Pop



Merhabalar,

K-pop'un aylık gündemini değerlendirdiğim yazı dizisine devam ediyorum. Birkaç aydır bu diziyi düzgün sürdüremesem de ekim ayıyla birlikte eksiklerime yetişip yılın son aylarını zamanında tamamlamayı planlıyorum.

Bu hafta sırada tatil sezonunun açıldığı; k-pop için plaj partisi konseptlerinin, dile takılan neşeli ve hareketli melodilerin en çok yükseldiği zaman dilimi olan haziran ayı vardı. Haziran ayı dinleyicilere beraberinde özlediğimiz birçok ismi de getirdi.


29 Eylül 2022 Perşembe

Ağaç Ev Sohbetleri 162

Perşembe, Eylül 29, 2022 17
Ağaç Ev Sohbetleri 162


 Epeydir uzaktan takip ettiğim Ağaç Ev Sohbetleri’nin bu haftaki konusu ilgimi çekti, ben de yazmak istedim. Gelecek haftalarda etkinliğe düzenli katılabileceğimi sanmıyorum ama ilgimi çeken konuları buraya taşımaya çalışacağım.

Bu haftanın konusu çok sevgili deeptone’dan. Kendisi sormuş: 

“Kitap okurken kitaba notlar alır mısınız? Satırların altını çizer misiniz? Nasıl çizersiniz? Kitaplarınızı kaplar mısınız? Nasıl kaplarsınız?”


Eskiden kitaplarıma en ufak bir hasar ya da zarar gelmesini istemediğim için çok dikkatli davranırdım. Altını çizmek isteyeceğim satırların başına ve sonuna çok ince tırnak işaretleri koyar, sayfalarına da post-it takardım. Kitapla işim bitince alıntıları bir deftere geçirir, tırnak işaretlerini titizlikle siler ve kitabı yeniymişçesine rafa kaldırırdım. Sonradan defterin yerini dijital ortam almıştı tabii. Yazdığım tek not ise ilk sayfada adım ve kitabın alındığı tarih olurdu.

Üniversiteye geçtiğimde ise işler değişti. Kurgu dışı kitapları eskiye göre çok daha fazla okumaya başlayınca kendimi altını çizmem, işaretlemem ve hatta üstüne not almam gereken pek çok okuma tecrübesinin içinde buldum ve bu döngüyü tekrarlamaya daha fazla zaman ve enerji ayıramadım. Böylece bu dönemde bu huyumu kırdım. Şimdi istediğim gibi çiziyorum, işaretler koyuyorum, bazen çok kullanılmayan sözcüklerin anlamlarını yazıyorum; kısacası bu konuda özgürce davranıyorum. Alıntıları unutmamak için hâlâ dijital ortama aktarıyorum ancak artık teknolojinin nimetlerinden faydalanıyorum, kamerayı yazıların üstüne tutunca tüm yazıları tarayıp kopyalama seçeneği çıkıyor. Üşenirsem de fotoğrafını çekip aynı yere aktarıyorum.

Ancak yine de hâlâ kitap üstüne not almayı pek sevmem. Kitaplarımı sıkça ödünç verdiğim için eğer içinde notlarım varsa kendimi fazlasıyla kişisel bir dünyayı tüm kırılganlığıyla başkalarına açmış hissederim. Bu sebepten her zaman etrafta bir not defteri bulundururum ve not mantığına girecek şeyleri sayfa numarasını da belirterek bir deftere yazarım. Bazen kitap üstüne post-itlerle yazdığım da olur, onları sonradan deftere yapıştırırım. Etrafta defter bulamayınca atladığım telefonumun notları da bu konuda epey dolu doludur, hatta orada defter kağıda kıyasla çok daha taze fikir ve hislerimin olduğunu düşünürüm hep.

Ailemden ya da büyüklerimden bana keşfedilecek kütüphaneler kalmadığı için bir şeyi okuyacaksam genelde kendim satın almam gerekti. Bu sebeple kitap kaplamaya hiç ihtiyacım olmadı ama tabii 10-15 yıl içinde bile kitapların vaziyeti nasıl olur bilemiyorum. Hoş, bunları söylüyorum ama hepsi bahane aslında, çünkü ben ilkokulda annemle kitap kaplama günlerimizden nefret ederdim. O kitapları tek tek kaplamakla uğraşmak beni o kadar sıkardı ki Grup Hepsi, Winx Club ve High School Musical'lı o parlak kapların güzelliği hiç fayda etmezdi. Hazır kapları severdim gerçi, onlardan bulunca hemen alırdım.

26 Eylül 2022 Pazartesi

Genel Durum Değerlendirmesi

Pazartesi, Eylül 26, 2022 15
Genel Durum Değerlendirmesi


Geçenlerde burada paylaştığım kişisel yazıdan beri kendimi toparlamaya çalışıyorum. Aslında hislerimin bir bozuk plak gibi kafamda dönüp durmasından yorulmuştum. Her şey karmaşıktı. Kağıtlar, telefonumun notlar bölümü, blog taslakları, kafamdan geçenler... Hepsi dolu doluydu ancak bir türlü cümleler oluşmuyordu, kelime grupları sayıklama şeklinde bir araya geliyordu sanki. O cümleleri kurduktan sonra kendimi biraz daha rahatlamış hissettim.

O yazıda çok pesimist bir tablo çizdiğimi şimdi kendim de görüyorum. Bu tablodan imzamı silemiyorum ama umutsuz değilim. Çabalıyorum. Anlamlandırmak, sevmek, keyif almak için çabalıyorum.

Öncelikle, okulum açıldı. Geçen sene bırakma aşamasında olduğum okulum bu sene çok güzel başladı benim için. İlk haftanın tekrarlarını yaptım, gelecek dersler için hazırlık yaptım. Bu sene için hevesliyim. Okulun hayatımın merkezini kaplayan bir meşguliyet hissini beraberinde getirmesi de iyi oldu, hayatımın direksiyonunu elime almışım gibi hissediyorum. 

Bu sene bir sürü seçmeli dil dersi açıldı, hatta ben de o heyecanla Korece dersi aldım. Pandemi zamanında kendi kendime Kore alfabesini, bazı basit kelimeler ile konuşma kalıplarını öğrenmiştim ancak devamını getirememiştim. Aradan çok da uzun zaman geçmediği için bunun çok iyi bir fırsat olacağını düşündüm ancak dersi seçtikten sonra ders programıma bakınca kendi bölümümden zorunlu iki dersle çakıştığını gördüm, büyük hayal kırıklığına uğradım. Öğrenci işleri, danışman ve dersin hocası arasında e-posta aracılığıyla mekik dokuduktan sonra bir türlü programıma uyduramayınca maalesef içim kan ağlayarak dersi bırakmak zorunda kaldım. Benim için böylesine ilgi duyduğum bir kültürün dilini okulumda öğrenmek büyük bir şans olacaktı ancak kısmet değilmiş, önümüzdeki dönem şansımı tekrar deneyeceğim. Yine de bu kısa süren heyecan bana ikinci bir yabancı dil öğrenme konusunda tekrar heves verdi diyebilirim. Üniversitenin ilk yılında Ukraynaca öğrenmeye başlamıştım ancak çok iyi giden ve bana Rusça öğrenmenin yolunu açan bu macera, pandemi patlak verince kursun kapanması ile sona ermişti. Yine aynı sene Fransız Kültür Merkezi'nden Fransızca kursuna da yazılmıştım ancak o kurs yalnızca 1 haftada Fransızca hevesimi tamamen söndürmüş ve bana yetmişti. Bundan sonra Fransa'ya yaşamaya gitsem bile Fransızca öğrenmek ister miyim, emin değilim.  Pandemide evde boş geçen zamanları doldurmak adına Almancaya da bolca çalıştım ama lisede öğrendiğimiz düzeyin çok da üstüne çıkabildiğimi söyleyemeyeceğim. Avrupa dillerini seviyorum, evet, ama yapıları öyle karışık ki sürekli kullanmadığınız sürece unutuyorsunuz. Hayatımda bu kadar yer edinmiş bir dil olmasa İngilizceyi bile öğrenebileceğimi sanmıyorum. Doğu dilleri bu konuda biraz daha cazip, özellikle Japonca ve Korece gibi diller sanılanın aksine Türkçe ile aynı dil ailesinden gelmese dahi sözdizimleri büyük benzerlik gösterdiği ve Avrupai dillerin zorlayan kurallarını barındırmadıkları için ana dili Türkçe olanlara daha çok hitap ediyorlar. Gerçi benim doğu dillerinin kullanıldığı medyaya büyük ilgi göstermem de bu konuda bana etki ediyor olabilir. Her neyse, derslerim ve çalışma düzenim oturduktan sonra bu konunun üstünde durmak istiyorum. Yaşım ilerledikçe dil öğrenme kabiliyetim yavaşlıyor ve bu iyice ilerlemeden bir yabancı dili daha kapmak istiyorum. 

Okulun açılmasıyla daha düzenli bir hayata otomatik geçiş yaptım. Erken uyanıyorum, erken uykum geliyor. Sanırım sağlıklı bir uyku düzeni oluşturabildim kendime. Günlük adım hedeflerim hep fazlasıyla tamamlanıyor, daha aktif yaşamaya çalışıyorum. Beden algımı bozup kalori hesaplamalarıyla aklımı oynatmak istemediğim için diyetten çok normal beslenmeye çalışıyorum. Bir anda her şeyi kesmek istemediğim için arada kaçamak da yapıyorum, yavaşça tam bir düzen oturtmaya çalışıyorum.

Film izliyorum bolca. Tam bir Türkçe karşılığı var mı emin değilim ama chick flick olarak geçen türe sarmış durumdayım. Bu tarz modern peri masalları bana kendimi iyi hissettiriyor, ruhsal olarak kötü bir döneme için daha güzel bir tür seçemezdim sanırım. İzlediklerim hakkında toplu bir yazı hazırlıyorum. Elimden geldiğince sinemaya gitmeye çalışıyorum. Bu aralar hem sinemaların hem de Fransız Kültür gibi yerlerin müthiş seçkileri var, çok uygun fiyata harika filmler yayınlanıyor. Saatlerim vs. uyuşamayınca gidemiyorum tabii ama kendim gidemezsem başkalarını ikna etmeye çalışıyorum. 

Müzik olarak geçenlerde Moonage Daydream adlı David Bowie belgeselini izlediğimden beri Bowie'yi dinliyorum. Taylor Swift var bir de, her gün kulaklığım ya da hoparlörümden folklore albümünden bir şeyler duyuluyor. 2020'de bana hiç etki etmeyen bu albüm bu sene soundtrackime dönüştü desem abartmış sayılmam sanırım. Bunlar dışında tam anlamıyla Spotify playlistleri insanına dönüştüm, albümler yerine hep Daily Mix listelerini dinliyorum.

Koca bir yaz pasajlar ve birkaç bölüm okuduktan sonra raflara kalkan kitaplarla geçtikten sonra okul ile tekrar kitap okumaya başladım. Bu konuda odak süremin ne kadar azaldığını fark ettim, onu toparlamaya çalışıyorum.

Gezmeye çalışıyorum. Tepe bayır yürüyüp bilmediğim yerleri öğrenmeye çalışıyorum. Ama ekonomi bu konuda çok yardımcı olmuyor, kiminle görüşsem konu istemsizce hayat pahalılığına geliyor. Hayatımda ilk defa ay sonuna para yetiştirme derdi yaşamaya başladım, bu sene KYK kredisine başvurmayı düşünüyorum. Okul kitaplarını zar zor alabiliyorum. Yine de ben şanslı olanlardanım, bunu çok iyi biliyorum.

Biraz da bloguma dair planlarımdan bahsedeyim. Kış ve bahar aylarında kendi kendime bir yazı düzeni oturtmuş ve uzun süre de bu sisteme sadık kalmıştım. O zamanları evde geçirdiğim için bu sistem beni zorlamamıştı, hatta biriktirme imkanı bulduğum stok yazılar yoğun dönemlerimde bile beni idare etmişti. Şimdi okul ve sosyalleşme derken bloga o dönemki gibi fazla içerik hazırlayamayacağımı biliyorum, ben de kendime biraz daha şefkatli ve anlayışlı yaklaşmak istiyorum. Kafamda ve taslaklarımda bazı farklı fikirler var, onları hayata geçirmeye çalışacağım ancak onun dışında kendimi ön plana alarak ilerlemeye devam edeceğim. 

Taslaklarda beni bekleyen bir sürü yazı var, onları yavaştan tamamlamaya başlayacağım. Bütün yıl sürdürme konusunda kendime söz verdiğim bir aylık k-pop gündemi yazı dizim vardı mesela. Şimdilerde bu yazı dizisinde gerilerde kaldım ancak derslerim yoğunlaşmadan onları güncele getirip bu yıl bitirmek istiyorum. Ancak ne gelecek sene, ne de bir daha asla böyle bir işe kalkışmayı düşünmüyorum. Müzik dinlemeyi, dinlediklerimden bahsetmeyi ve hatta popüler kültürde olan biteni konuşmayı çok sevsem de bu ilgi alanlarımı buraya daha sürdürülebilir formlarda taşımayı düşünüyorum. Bu konuda da birkaç fikrim var gibi. Blogları Canlandırma Projesi'nde de aynı şekilde geride kaldım ancak neyse ki oradaki blog komşularım çok anlayışlılar, geç olsun güç olmasın diye yaklaşıyorlar. Bugün projenin ağustos ve eylül ayları için yazı fikirlerimi seçeceğim. Bir de Instagram'da bir şekilde aktifleşmek istiyorum, ekim ayıyla beraber hedeflerimden biri bu. Bu konuda nasıl bir yönde ilerlemem gerektiğini pek bilmiyorum ama deneyip göreceğim.


Son olarak bu ay çok değerli bir arkadaşım blog dünyasına katıldı. Ben kendisinin blog dışı yazılarını okuma şansını önceden yakaladığım için burada ısınma turlarını tamamlayınca çok keyifli işler çıkartacağını düşünüyorum. Blogspot'un Taş Devri esintili arayüzüne alışmak zor, biliyorum, ama umarım canım arkadaşım o eşsiz üslubundan bizleri burada mahrum bırakmaz.

Kendisinin bloguna gitmek için bu linke tıklayabilirsiniz.

25 Eylül 2022 Pazar

Son Zamanlarda Beni Ekrana Tutsak Etmiş Diziler

Pazar, Eylül 25, 2022 18
Son Zamanlarda Beni Ekrana Tutsak Etmiş Diziler

Şöyle bir baktım da, son zamanlarda fazlasıyla dizi izlemişim. Hepsini bitirmedim; bazılarının yeni sezonlarını izledim, bazılarını izlemeye devam ediyorum, bazılarını da yeni bölüm geldikçe takip ediyorum. Ben de yaz aylarımın ikinci yarısına ve eylül ayına eşlik eden bu dizilerin hepsini bir yazıda toplamaya karar verdim.



HOUSE OF THE DRAGON (2022-)

Açılın dostlar, Buz ve Ateşin Şarkısı geri döndü! Bu evreni öyle seviyorum ki Game of Thrones'un final bölümü üniversite sınavıma 15-20 gün kala yayınlanmasına rağmen sabahın köründe kalkıp canlı yayınlardan bölümü izlemiş, dershaneyi denemeyi boşverip tanıdık tanımadık herkesle bütün gün diziyi konuşmuş, yetmemiş o dönem blogdan uzak olmama rağmen bloguma dönüp bir de buraya hislerimi dökmüştüm. Oldukça histerik bir zamanda yazdığım bu "değerlendirme" yazısını okuyup o sezonun karanlık günlerini yad etmek isterseniz sizi bu linke alayım.

Evrene duyduğum hayranlık büyük olsa da final pek çok insan gibi benim de içimde gelecek yapımlara dair heyecanı söndürmüştü, dolayısıyla ilk spin-off diziden pek de beklentim yoktu. Şimdilik 5 bölümün yayınlandığı dizi ölü heyecanımı diriltmeyi başardı. House of the Dragon, Game of Thrones'u zamanında bizlere sevdirmiş elementleri korumaya devam etse de tek bir hanedana odaklanışından olsa gerek, öncülünün taklidini izliyor gibi hissettirmiyor. Dizi gerek vurucu sahneleriyle, gerekse hikâyenin farklı unsurlarla kurduğu bağlantıları çok iyi işlemesiyle müthiş bir ivmeyle ilerliyor. Tüm oyuncular, özellikle de Viserys ve ilk bölümlerde yer alan genç isimler çok iyiler. Bu diziyi belli ki daha çook konuşacağız, o yüzden şimdi çok uzatmak istemiyorum ancak son zamanlarda seyir zevki en yüksek işlerden olduğunu söylemezsem diziye büyük haksızlık etmiş olurum. Bir futbol fanatiği heyecanıyla izlediğimiz bu gibi dizilere daha çok ihtiyacımız var.


NEVER HAVE I EVER (2020-)

Mindy Kaling ve Lang Fisher'ın Hint kökenli Amerikan bir karakterin başından geçenleri konu edindiği bu eğlenceli gençlik dramasının ağustos ayında yayınlanan 3. sezonunu dayanamayıp bir gecede bitirdim. Canınız insana mutluluk aşılayan bir gençlik dizisi çekiyorsa Never Have I Ever'ı kaçırmayın çünkü dizi Netflix'in bu kategorideki en iyi yapımlarından. Dizi hem çok keyifli, hem de senaryosu gerçekçi olmasa dahi karakterlerin gerçek tavırları ve görünümleriyle insana Los Angeles'ta bir lisedeki o arkadaş grubunun içindeymiş hissi veriyor. Öyle ki yapımcılar bir gün çıkıp "Oyuncular 40 yaşına bile gelse biz canımız sıkıldıkça bu diziyi çekmeye devam edeceğiz." dese bunu savunacak kadar seviyorum bu diziyi ancak maalesef geriye yalnızca bir sezonu kaldı.


DÜNYAYLA BENİM ARAMDA (2022-)

Disney+'ın uzun zamandır reklamlarını döndürdüğü dizi sonunda başladı ancak bu yoğun promosyon karşılığını aldı mı, emin değilim. İzlenme sayılarını elbette bilmiyorum ancak ne sosyal ortamlarda ne de internet ortamında bu dizinin üstüne konuşmalara pek denk gelmiyorum. Her neyse, ben yine de yayınlanan 3 bölümü heyecanla izledim. Büyük bütçenin karşılığı kıyafet, dekor ve mekanlarda kendini belli etse de dizi Türk dizi sektörünü pek de ileriye taşıyabilen örneklerden değil maalesef. Bunu özellikle belirtmemin sebebi ise dizinin içinde sektöre yapılan eleştiriler. Evet; Türk dizileri kısır döngüye girmiş konuları iki buçuk saate sığdırmak amacıyla ortaya berbat sonuçlar çıkartıyor ancak Dünyayla Benim Aramda bu derya deniz içinde farklı bir noktada konumlanmıyor. Hatta çıplaklık içermeyen cinsellik sahnelerini ve küfürleri bir kenara koyarsak akşam haberleri sonrası Fox'u açtığınızda karşınıza çıkacakmış hissi veriyor. Yanlış anlaşılmasın, bu tarz kafa patlatmaya gerek duyulmayan ihtişamlı entrika dizileriyle bir sorunum yok, sadece vadettiğini veremediğini ve hatta kendini olduğundan yukarı bir yerde konumlandırdığını düşünüyorum. Henüz çok başlarda olduğu için ileride fikrim değişebilir tabii, ilk sezon bittiğinde duruma göre tekrar fikirlerimi belireceğim.


GRAVITY FALLS (2012-2016)

Zamanında bu animasyon dizisi Disney Channel'da yayınlanırken ben de hedef kitlesinde olmama rağmen bir türlü ilgimi çekmediği için izlememiştim. Aradan geçen 10 yılda internet ortamlarında ne kadar iyi olduğunu okudukça merak etmeye başladım ve sonunda Disney+'a gelince diziyi izledim. Ne diyebilirim ki? Müthişti. Gizemlerle dolu hikâye bir an bile heyecanını kaybetmedi, hayal gücünün sınırlarını zorlayan olaylar ve kaliteli çizimler de tuzu biberiydi. Hem yetişkinler hem de çocuk izleyiciler bu eğlenceli yapımdan büyük keyif alacaktır diye düşünüyorum.


THE LEGEND OF KORRA (2012-2014)

Tıpkı Gravity Falls gibi Avatar: The Last Airbender da yapımın hedef kitlesi olmaktan iyice uzaklaştığım bir dönemde keşfettiğim bir animasyon dizisiydi. Avatar'ı öyle sevdim ki ulaşabileceğim basılmış ya da yayınlanmış tüm içeriklerini tüketmeye devam ettim, Korra'nın hikayesi de bu konuda elimde kalan sonuncu yapımdı.

Yalan yok, Avatar'ın insanı kendine çeken o mistik dünyasından sonra teknolojinin karanlıklaştığı bir dünyayı izlemek başta beni biraz zorladı. Ancak bölümler ilerledikçe iki yapımın farklı yaş gruplarını hedef alarak hazırlandığını fark ettim ve hikayenin de karanlıklaştığını gördükçe diziye ısınmaya başladım. Korra'nın üç boyutlu denebilecek şekilde derinlikli işlenen kötülerini ve başarılı animasyonunu büyük keyif alarak izledim. Elbette ilk versiyonun yanında bu dizi bir tık sönük ve yer yer eksik kalıyor ancak yine de kendi içinde tutarlı, incelikli ve hatırlardan çıkmayacak şekilde sürükleyici ilerleyişiyle oldukça başarılı bir diziydi. Zamanında Avatar'ı izleyip bir şekilde bu animasyonu pas geçmiş olanlar varsa kaçırmasın derim.


RICK AND MORTY (2013-)

Üniversiteye başladığım dönemde her yerde bu iki ismi duyduğumu ve herkesin delicesine diziyi övdüğünü hatırlıyorum. O zamanlarda 4-5 bölüm kadar zar zor izleyip devamını getirememiştim. Bu sene Gravity Falls'u bitirdiğimde içine düştüğüm absürt animasyon dizisi eksikliği hissini kapatmak adına Rick and Morty'ye ikinci bir şans verdim. İlk 2-3 bölümde yine zor dayandım ancak onları geçtikten sonra devamı çorap söküğü gibi geldi. Henüz 3. sezonun ortalarındayım ama neredeyse her gün bir bölüm ilerliyorum, hatta bazen sıradaki bölümün delilikleri konusunda merakıma yenilip bu sayıyı fazlasıyla yükseltiyorum.

Türe ilgi duyanlar zaten bu diziyi çoktan yalayıp yutmuştur ancak izlemeyenler varsa şunu söyleyebilirim: Rick and Morty kendine has farklı bir mizah anlayışıyla kesinlikle herkese göre değil. Bu tarz sizi içine alırsa bağımlısı olursunuz, alamazsa da adını bile anmak istemezsiniz. Ben aradan geçen 3 yıl sonunda ilk tarafa geçtim, sizi de beklerim. :)


HAWKEYE (2021)

Bu yazıya alacağım Marvel dizisinin Hawkeye karakterine ait olması beni oldukça şaşırtsa da bu kararımdan pişman değilim. Yepyeni bir süper kahramanı seyirciye tanıtan bu dizi ana karakterlerin hem kendi içlerinde hem de yakınlarıyla kurdukları bağları çok iyi bir şekilde işliyor. Ayrıca Noel döneminde New York'ta geçmesinden olsa gerek, görsel anlamda büyük keyif veriyor. Marvel'ın içerik bombardımanından yorulup hangisini izleyeceğini bulamayanlar, evrenin gelecek yapımları için önem arz eden bazı olayları da ele alan bu bir hafta sonunda bitebilecek kısalıktaki keyifli diziye göz atabilir.


THE MANDALORIAN (2019-)

Mandalorian'ın ilk sezonunu yayınlandığı dönemlerde izlemiştim ancak 2. sezon bir şekilde benim radarıma takılmamış olduğundan devamını getirmemiştim. Son zamanlarda Star Wars filmlerine merak saran kardeşim devamını izlemeyi teklif edince 2. sezonu izlemeye başladım.

Star Wars evreninde hâlâ izleme fırsatı bulamadığım bir sürü yapım var ancak yine de izlediklerim arasında gerek hikayesi gerek görüntü müzikleriyle beni en çok etkileyen yapım kesinlikle bu oldu. Büyük emek ve para harcanmış, sonucunda da bunların karşılığını almış bu müthiş dizi kesinlikle izlemeye değer ancak Star Wars'ta olup bitenlere pek hâkim olmayanlar için iyi bir tercih olmayabilir. Ben sıradaki sezonu heyecanla bekliyorum.


WIZARDS OF WAVERLY PLACE (2007-2012)

Çocukluğumun dizilerinden Waverly Büyücüleri de yaz aylarıma keyif veren yapımlardan biriydi. Yer yer kendi kendiyle dalga geçen, aile bağlarını çok iyi yansıtan dizinin o dönemde yayınlanan diğer Disney Channel dizilerinden fersah fersah üstün olduğunu söyleyebilirim.


THE SUITE LIFE ON DECK (2008-2011)

Disney+'ın Türkiye'ye geldiği ay finallerim bittikten sonra bu dizinin öncülü The Suite Life of Zack and Cody'ye sarmış, hatta yapımın beklenmedik şekilde iyi çıkmasına şaşırıp burada bir yazıda durumdan bahsetmiştim. Çocukken asıl favorim Suite Life on Deck olmasına rağmen şimdi işler tam tersine döndü, bu diziye bir türlü ısınamadım. İnsan çocukluğunda ve ilk gençliğinde sevdiği kimi yapımları nostalji yaşamak adına bazen keyifle izliyor ama bazen de hatırlandığı kadar iyi olmadıklarını görüp üzülüyor, ben de tam olarak bunu yaşadım. İlk sezonunu 1 ay kadar önce bitirdim ama devam edebilecek miyim, bilmiyorum. 


TOZLUYAKA (2022-) ve DUY BENİ (2022-)

Ve son olarak bayramda babaannemlerdeyken kardeşimle keşfettiğimiz ve o günden okullarımız açılana kadar kaçırmadan izlediğimiz iki benzer konulu dizi var. Her ikisi de zengin-fakir çatışmasının ön planda olduğu lise olaylarını anlatıyor ancak ikisi arasında kıyaslama yapmam gerekirse Tozluyaka'nın çok daha keyifli olduğunu söyleyebilirim. Duy Beni zorbalık gibi ağır konuları biraz fazla abartarak insanın canını sıkacak düzeylere getirdiği için izlemeyi bıraktım, Tozluyaka'yı izlemeye devam ediyorum. Tozluyaka'da yaşananlar ve karakterler çok daha sempatik, süresi bu kadar uzun olmasa keşke :) Yemek yerken, iş yaparken arkada bir şeyler izleyeyim diye düşünenlere tavsiye ederim ancak dikkat, ikisi de oldukça sürükleyici olduğu için kendinizi kaptırabilirsiniz. :)

22 Eylül 2022 Perşembe

Köprüde Buluşalım

Perşembe, Eylül 22, 2022 12
Köprüde Buluşalım
Josef Forster, Self-Portrait

Hiç keyfim yok. Son zamanlarda gittiğim farklı eğlence ortamlarında bile içinden çıkamadığım yapmacık tavırlar bana kalabalık içinde izole hissetmenin zirvesini yaşattığında bu durumu artık kabullenmeye karar verdim. En azından burada rol yapmanın anlamı yok; olamıyorum, olduramıyorum. Kendimi bildim bileli bir yol arayışında debeleniyorum ama belli ki benim için doğru bir yol yok çünkü bozuk bir yolda, bata çıka ilerlemeye çalışıyorum. Arada da güzel duraklara, hatta bazen dinlenme tesislerine uğruyorum ve yolun zorluğunu kısa süreliğine unutuyorum.

Sorun ne? Bilmiyorum. Kendimce kaynağına insem ve bir sebep bulsam, 2-3 ay kendimi düzeltmek için bir meşgale edinmiş olacağım. Belki ufak tefek bir şeyleri değiştireceğim, evet, ancak o süre dolduğunda olmamışlık hissi bir kez daha etrafımı saracak ve o boşluk beni tekrar hapsedecek. 

Bir şarkıda sanatçı, idealinin ve gerçekliğinin birbirlerinden çok çok uzakta olduğunu, ama bu ikisini bir köprüde buluşturabilirse gerçek kendisine ulaşabileceğini söylüyordu. Öyle doğru ki. Dönüp baktığımda kendimi en verimli, en mutlu hissettiğim zamanlar bu köprüyü kurabildiğim dönemler. Şimdilerde ise oraya bir tahta atmak bile çok zor geliyor. Yine de insan kendini yalnız hissederken sevdiği, saydığı isimlerin de benzer spesifik tecrübelerden geçtiğini görünce o his çok daha çekilir bir hâl alıyor, en azından bir konuda yalnız olmadığınızı anlıyorsunuz çünkü.


"They told me all of my cages were mental

So I got wasted like all my potential

And my words shoot to kill when I'm mad

I have a lot of regrets about that

I was so ahead of the curve, the curve became a sphere

Fell behind all my classmates and I ended up here

Pouring out my heart to a stranger

But I didn't pour the whiskey"