Ekim 2022 - vulnicure

21 Ekim 2022 Cuma

211022

Cuma, Ekim 21, 2022 29
211022

Dün heyecanla Taylor Swift şarkılarını sıraladım, bugün albüm geldi. Türkiye saatiyle sabah 7 gibi çıktı sanırım. Ben bugün erken uyanmıştım ama hemen dinlemek istemedim. Biraz bekledim, öğlene doğru dinledim. Böylesine popüler bir ismin yeni işini dünyayla aynı anda dinlersem insanların anlık fikirlerini merak ediyorum, sosyal platformlardan canlı olarak okumaya çalışıyorum. Öyle olunca başkalarının fikirleri beni de etkileyebiliyor, ben de sadece kendi fikirlerimi dinlemek istedim sanırım. Tabii ki tek dinleyişle fikirlerim kesinleşmedi ama ilk izlenimim kocaman bir hayal kırıklığına uğradığımdan ibaret maalesef. Biraz daha dinleyince ve albüme dair fikirlerim oturunca muhtemelen buraya da bir şeyler karalarım ancak şimdilik ben Folklore'dan devam edeceğim.

Son günlerim hızlı ve yoğun geçiyor, nereye gittiğimi bilmediğim ama geride kalmamak adına kalabalıkları takip ettiğim bir yarışta gibiyim. Bir de sürekli ufak tefek rahatsızlıklar yaşıyorum. Yorgun olduğumu hem ruhen hem bedenen hissettiğim için hazır vizelere tek basamaklı günler kalmamışken şu yarışa ufak bir ara vermek istedim. Boğaz'ın o hafif yağmurlu, serin havasına ihtiyacım varmış meğer. Bir süredir görüşemediğim bir arkadaşımla buluştum, Rumelihisarı taraflarına gittik. Boğaz manzarası eşliğinde sıcak bir kahve sonrası vapur saatine yetişebildiğimiz yere kadar gidelim diyerek başladık yürümeye, kısmetimiz Emirgan İskelesi’ne kadarmış. Bu rotalarda yürümenin ayrı bir keyfi var ve İstanbul'da başka yerlerde olmayan bir keyif bu, vapurla Beşiktaş veya Kadıköy’e geçtiğimde onun kırıntısı bile kalmıyor çünkü. Tüm olayı en azından hafta içinde deneyimlenebilen sakinliği sanırım. Al kahveni, yürü. Yalıların önünden geçerken "Burada kimler kimler var, ne hayatlar yaşıyorlar acaba?" diyen meraklı ama bunu çok da belli etmeyecek temkinli gözlerle etrafa bak. Hep içinde "Sakin ol champ, evdeyim." diyecek insanların olduğu bir yalıyı bizzat içeriden görmek istemişimdir.

20 Ekim 2022 Perşembe

13 Şarkıyla Taylor Swift

Perşembe, Ekim 20, 2022 14
13 Şarkıyla Taylor Swift

Taylor Swift gerek sanatçı kimliğiyle, gerekse superstar kimliğiyle benim için hep inişli çıkışlı bir isim oldu. CD'lerin en azından arabalarda işe yaradığı dönemlerde kendisinin albümünü aldığım da oldu, beyaz feminist aktivizmine göz devirip arkadaşlarımla dalga geçtiğim de. Yine de bir gerçek var, uzun soluklu kariyeri boyunca Taylor Swift isminden kaçmam mümkün olmadı. Geçen sene tüm ön yargılarımı rafa kaldırarak baştan sona Taylor'ın müzik kataloğunu dinlemeye başladığımda işler benim için tamamen değişti. Karşımda sanatına, söz yazarlığına ancak en çok da hikâye anlatıcılığına saygı duyduğum biri vardı artık. O gün bugündür farklı mevsimlerle hatta daha kısa dönemlerle özdeşleştirdiğim, sözlerinde kendimi bulduğum bir Taylor Swift albümü ya da şarkısı var etrafımda. Şimdi ise bundan birkaç saat sonra Taylor Swift, son dönemlerin en üretken sanatçılarından olmasının hakkını vererek 10. stüdyo albümü Midnights'ı saatler sonra yayınlayacak. 13 şarkıdan oluşacak bu albümü beklerken ben de en sevdiğim 13 Taylor şarkısını bir araya getirdim.

9 Ekim 2022 Pazar

Bulutlu Bir Cumartesi Gününün Ardından Kalanlar

Pazar, Ekim 09, 2022 25
Bulutlu Bir Cumartesi Gününün Ardından Kalanlar

Havalar soğudu. Sufjan Stevens, kalın kazak, latte ve pek tabii Alacakaranlık'tan Bella'nın meşhur depresyonu mevsimi geldi gelecek artık. Ben de kahvemi aldım, bilgisayar karşısına geçtim, öyle biraz içimi dökeyim istedim. Yazının sonunda küçük bir playlist var, okurken dinlemek isterseniz önden haberdar edeyim.

Bu aralar hayatımda bir çeşit denge kurmaya çalışıyorum ancak çok zorlanıyorum. Başarılı olmak istiyorum mesela ama kendimi tamamen kütüphanelere, amfinin sonsuzluğa uzanan sıralarına kapatmak da istemiyorum. Sinemaya, tiyatroya, bu sıralar yokluktan çıkmışçasına coşmuş etkinliklere gideyim de istiyorum. Bir yandan arkadaşlarımla düzenli görüşmelerin yanı sıra yeni sosyal ortamlara karışayım, pandemide içine çekildiğim kabuğumu kırayım istiyorum. E spor, yürüyüş olmayacak mı, onları da istiyorum. Ailedeki herkesle ayrı ayrı ve birlikte yeterli vakit geçireyim; bir yandan evde kitaplarımdan, dizilerimden, filmlerimden ve elbette müziklerimden ayrı düşmeyeyim istiyorum. Ama işte çok zor, olmuyor. İlla bir şeyler baskın gelmek zorunda. O yüzden bu aktivitelerin hafta ve ay içerisinde oranlarını kendi kafamda karar vererek ayarlamaya çalışıyorum ben de. Mesela bu hafta uğraştırıcı konular işlenecek ve ağır bir ders tempom olacaksa sosyalleşme işleri biraz rafa kalkıyor, önümüzdeki hafta onun telafisini yapıyorum. Ya da bir hafta filmlere sardıysam ertesi hafta dizilere geçiyorum. En doğrusu bu mudur, bilemem, ama ben biraz çalkantılı bir kişilik olduğum için kendi kendimin ruh emiciliğini yapmadan kurduğum "denge" bu şimdilik.

Bu sıralar kafama takılan bir başka durumsa parasal mevzular. Okul açılınca eylül sonu ve ekimin ilk günlerinde büyük kitap alışverişi yaptım ve bir öğrenci olarak bütçemin sarsıcı seviyede üstüne çıkmam gerekti. Şimdi daha ekim ortasına gelmemişken kendi kendime para hesapları yapıyorum. Mesela İstanbul'da gitmeyi çok istediğim Filmekimi başlıyor ancak 60-70 TL civarındaki biletlerle insan neye gidebilir ki? Bir de bu aralar çevremden bir sürü insanın yurt dışı seyahatlerini görüyorum, bir gün Barselona'da bir gün Amsterdam'da geziyorlar. Bu ekonomi vatandaşın ya da İKSV'den birilerinin sorumluluğu altında değil, onları kesinlikle suçlamıyorum. İmkanı olan herkes sevdiği aktivitelere, gezilere parasını ayırır tabii ki, hangimiz yapmayız ki bunu? Ayrıca insanlar ekmek alamazken en büyük derdimiz benim sinema ya da uçak bileti alamıyor oluşum değil, bunların da tamamen bilincindeyim. Ama uçurum her geçen gün büyüdükçe ve bizler sosyal medya sayesinde bu durumun bilincine vardıkça insanın canı "Benim neyim eksik, ben niye yapamıyorum?" diye sıkılıyor işte. Sevgili Buraneros geçenlerde çok keyifli bir "Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?" yazısı yazmıştı, onu okuduktan sonra bizde vaziyet her ikisini de yapamamaya doğru gidiyor artık diye düşünmeye başladım. Hadi yurt dışını, hobiyi, akşam arkadaşlarla oturup iki kadeh bir şeyler içmeyi şunu bunu geçtim, insan ikinci çayı içme konusunda tereddüt edecek kıvama gelebilir mi ya? Hayır, bir de ben bu sene kısmet olursa mezun olacağım, ondan sonra ne olacak? İşler herkes için çok zor gerçekten. Umarım daha güzel günler kapıdadır, başka bir temennim yok.

Biraz can sıkıcı bir başlangıç oldu, konuyu değiştirme zamanı. Bu aralar yazıyorum. Hem sağa sola, hem de buraya. İlham gelmiş bir dönemdeyim sanırım. Kendimi doğru ifade ettiğime inanabildiğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum. Bunun ne kadar değerli bir his olduğunu hiç fark etmemişim, hatta hep yok saymışım. Sahiden güzel dizi ve filmler izliyor, kitaplar okuyorum son zamanlarda. Onların da bu yazma sürecine katkısı büyük oluyor. Şimdilik büyük kısmı blog taslaklarında üstünden geçilmeyi bekliyor, ben de zaman buldukça yazıyorum. Ancak bu açıdan verimli zaman geçirdiğimi hissetmeme rağmen aylık raporlarımı tutmayı bıraktım, bundan sonra uzun bir süre yapmak isteyeceğimi de sanmıyorum. Bir yerde arşivlenmiş şekilde ay ay yapılanları görmek teoride çok hoş görünse de pratikte tam anlamıyla gerçeği yansıtmıyorlar ve ister istemez insanı sayılar üstünden değerlendirme yapmaya itiyorlar. Mesela eylül boyunca House of the Dragon dizisini izledim ancak sezon henüz sona ermediği için onu rapor yazıma alamıyorum, bu şekilde kurduğum sayı odaklı bir sistem bana ileride dönüp bakınca ne kadar doğru sonuçlar verebilir ki? Sadece 5 dizi bitirmişim der geçerim ve o dönemi tam anlamıyla görmüş olmam. Raporların yerine kimi zaman bu şekilde sohbet yazılarında, kimi zaman canım isteyince yazılmış "bu ay okuduklarım/son zamanlarda dinlediklerim" tarzında bana o zaman dilimini bana hatırlatacak ve daha doğru şekilde gösterecek yazıları kendi üzerimde anlamsız bir baskı oluşturmadan yazabilirim düşündüm. Bir de benzer sebeplerden aylık k-pop gündemi yazı dizisine geçen hafta paylaştığım haziran ayı yazısıyla birlikte nokta koymaya karar verdim. Bu yazıları hazırlamayı başlangıçta çok seviyordum, tıpkı raporlarda olduğu gibi arşiv mantığıyla o ay dinlediklerimi, gördüklerimi bana hatırlatıyorlardı. Ama bu iş boyumu fazlasıyla aşmaya başladı. Belki de hiç dinlemeyeceğim şeyleri sanki bana ödev verilmişçesine dinlemeye, yüzlerce şarkıyı arka arkaya dinledikten sonra artık kafamda yeni düşüncelere yer kalmamışken zorla fikir oluşturmaya başladım; işin keyfi kaçtı. Neden böyleyim bilmiyorum, günlük hayatımda da hep kendime bunu yapıyorum. Hobi, boş zaman aktivitesi sayılacak şeylere bile fazla önem atfediyorum; benim elim değmiş her şey hep mükemmel olsun istiyorum, sonra da ona ulaşamayarak işin keyfini bozuyorum. Lisede, ortaokulda uyduruk ödevleri yaparken bile böyleydim. Mükemmelliğe ulaşmanın imkansızlığını biliyorum ama onun peşinde koşuyorum yine de. Aslında o kadar gereksiz bir arayış ki bu. Otur, keyfine bak, değil mi? Neyse, bu da öyle küçük bir duyuru olmuş olsun.

Müzikten bahsetmişken, bu aralar müthiş albümler çıkıyor. Yeah Yeah Yeahs, Cool It Down'la yıllar sonra beni tekrar hayranları yaptı örneğin. Albüm dream pop ve indie türlerine çok yeni şey katmıyor belki ama ortaya çıkan sonuç o kadar güzel ki hayran kalmamak elde değil. Shygirl'ün ilk albümü Nymph de bir süredir ilgimi yitirdiğim hyperpop çatısı altında toplayabileceğimiz sanatçılara olan inancımı geri getirdi. Zaten Shygirl bu türde her zaman en iyilerdendi, onu daha da yukarılara taşıyacak iyi prodüktörlerle müthiş bir işbirliği yaparak bunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Benzer kitleye hitap eden bir başka sanatçı Bree Runway de Azealia Banks'in eski işlerini hatırlatan That Girl adlı süper bir hip-house şarkısı yayınladı, sürekli onu dinliyorum. Bir de blog adıma ilham vermiş Björk'ün 5 yıl aradan sonra döndüğü Fossora var ki burada albümden bahsetmek için doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. Sindirerek dinlenmesi gereken bu çok katmanlı yeni albüm, öncülü Utopia'nın karmaşıklığı sonrası Björk'ün de dediği gibi yere sağlam basmasıyla bana çok iyi geldi. İleride albüme dair bir şeyler mutlaka yazarım. Yeniler dışında yazının başında adını geçirdiğim Sufjan Stevens'ın müthiş Illinois'unu dinliyorum. Common'ı dinliyorum, ki kendisi en sevdiğim hip-hop sanatçılarındandır, türe ilgi duymayanları bile kendine çekebilecek nitelikte başarılı Be albümünden sevdiklerimi döndürüp duruyorum. Arada Billie Eilish'in geçen sene yayınladığı albümüne sarıyorum, o da çok iyi bir çalışma. SHINee dışında pek k-pop dinlemiyorum son haftalarda, o konuda bir tık gerideyim.

Son olarak, biraz üstte bahsettiğim kitaplarım fiyatlarıyla canımı sıksa da içerikleriyle öyle ilgi çekici ki daha hiçbirini rafa kaldıramadım, hatta bazılarına bodoslama daldım bile. Kitapları en uygun fiyatlı sitede bulacak şekilde aradığım için birkaç farklı yerden alışveriş yapmam gerekti, böylece 5-6 partlık uzun bir kargo bekleyiş sürecim oldu. Tüm paketler en geç 1 hafta içinde elime ulaşsa da içindekilerle büyük önem arz eden ve PTT Kargo sağ olsun bir türlü elime geçmeyen son bir paket geriye kaldı. Gönderi takibine bakınca görüyorum ki siparişim evime yakın bir ilçede günlerdir il içi aktarmayı bekliyor. Öyle ki artık paketi kaybettiklerini düşünmeye başladım. PTT'nin sitesinde canlı destek linkine tıklayınca herhangi bir şeye ulaşamıyorum. Telefonla ara derseniz kendilerine bu yolu deneyerek ulaşabilen varsa rica ediyorum benim de selamlarımı iletsin. Kargo olarak PTT'yi kullanmayı hiç sevmiyorum ancak maalesef satın aldığım sitede başka bir seçeneğim yoktu, ellerine düştüm. Bakalım ne zaman gelecek, merakla bekliyorum. 

Bu arada bu aralar boş zamanlarımda blogun etiketleriyle uğraşıyorum, arada çok eski yazılarım okuma listelerinizde boy gösterebilir. Denk gelirseniz lütfen görmezden gelin :)


Sufjan Stevens - Come On! Feel the Illinoise! (...)

Björk - Fungal City

Common - The Corner (ft. The Last Poets)

Grimes - REALiTi (Demo)

Sufjan Stevens - They Are Night Zombies!! (...)

8 Ekim 2022 Cumartesi

The Bear (2022-) | BCP

Cumartesi, Ekim 08, 2022 21
The Bear (2022-) | BCP


Blogları Canlandırma Projesi'nin eylül teması "yemek" idi. Yemek yapmayı sevmediğim için yemek yapım süreçlerine dair içerikleri izlemekten pek keyif almıyorum. Bundan olsa gerek; koca bir ay boyunca bu ayın temasına uygun ne bir kitap, ne bir film, ne de bir dizi seçebildim. Artık Netflix'in yemek reality showlarına kadar inmişken Paris Hilton'ın 3-4 bölümlük bir karantina şovunu izleyecek gibi oldum, sonra bunun üstüne ne yazarım ki diye düşünüp vazgeçtim. Selena Gomez'in HBO'da yayınlanan ve sevilen bir şovunu buldum, onun da bölüm sayısı fazla geldi. Tam bu esnada bir dizi imdadıma yetişti: The Bear. Zaten merak ettiğim dizinin 5 Ekim'de Disney+'a geleceğini öğrenince birkaç gün sabrettim ve tüm bu sürece değecek bir iş izleyerek eylül ayını kapattım.

Sezon finali haricinde 20-30 dakikalık 8 kısa bölümden oluşan The Bear, dünyanın en meşhur lüks restoranlarında çalışmış genç ve başarılı şef Carmen'in bir aile üyesini trajik şekilde kaybetmesi sonrası Chicago'ya dönüp aile restoranlarının başına geçmesini konu ediniyor. Katı ve acımasız fine dining dünyasından çıkan Carmen bu restoranın disiplinsiz ortamını hizaya sokmaya çalışırken aile gibi olmuş mutfak ekibinin değişime direnişiyle karşılaşıyor. Durumu düzeltmek için yeni biri ismi işe almasına rağmen bu inatçı ortamı yönetme konusunda yaşadığı zorluklar bir türlü son bulmuyor.

Hani bazı diziler olur; cuma günü haftanın yorgunluğunu atayım diye başlatırsınız ve başından kalkamadan bir oturuşta bitirirsiniz, işte The Bear tam da böyle. Hem de kısa süresiyle tüm hafta sonunuzu almadan ve kafanızda soru işareti bırakmadan bunu yapıyor. Dizi, mutfak ortamlarının konuşulagelen gergin ortamını ve hızlı temposunu öyle iyi işliyor ki bazı bölümlerde izleyiciye bile panik atak geçiriyormuş hissi yaşatıyor. Hele 20 dakikalık tek plan çekim kullanılan bir bölümü var ki, şef size "Al, sen de şu köşede soğanları doğra." demişçesine kendinizi o kaotik ortamın içinde buluyorsunuz. Tüm bunların o ortamların içinde bulunan insanlar için çok daha fazla şey anlattığına eminim. 

Arka planda Carmen'in yas süreci, aile bireyleriyle ilişkisi, eski işinde yaşadıkları ve yan karakterlerin kendi dünyalarına ait hikayeleri de tam dozunda işleniyor. Restoranın diğer çalışanları teknik olarak yan karakter olsalar da tam anlamıyla öyle bir muamele görmüyorlar, dizi mutfağın her bir köşesine değinmeye çalışıyor. Ayrıca zar zor giderlerini çıkartabilen lokal bir restoranın COVID döneminde kapanmak zorunda kaldıktan sonra nasıl ayakta kalabildiği gibi konulardan da güncelliği yakalamayı başarıyor.

Dizi, o diyarları görmesek dahi medya sağ olsun zihnimize işlemiş Chicago'nun o soğuk atmosferini hem görsel hem de müziği kullanarak işitsel anlamda çok güzel yansıtıyor. Seçtiği renk paletiyle bile kendini belli eden o soğuklukta The Bear insanın içini ısıtmayı başarıyor. Yemeklerin iştah açıcı görüntüleri de işin tuzu biberi gibi, büyük keyif veriyor.

Ben mi abartıyorum inanın bilemiyorum ancak dizinin bitiş jeneriği akarken zihnimde "streaming devrinde dizi anlayışının tam da bu şekilde olması gerektiği" düşüncesi dönüyordu. Bir derdi olan ama derdini abartmadan, uzatmadan, tam kıvamında sürelerde iz bırakacak şekilde anlatan bu gibi iyi işlerin daha da yaygınlaştığını görmek mümkün olur umarım. İzleyin, izlettirin efendim. :)


7 Ekim 2022 Cuma

Hoje Eu Quero Voltar Sozinho (2014) | BCP

Cuma, Ekim 07, 2022 15
Hoje Eu Quero Voltar Sozinho (2014) | BCP

 
Yönetmen: Daniel Ribeiro
Senaryo: Daniel Ribeiro
Oyuncular: Ghilherme Lobo, Fabio Audi, Tess Amorim, Eucir de Souza, Isabela Guasco, Selma Egrei
Süre: 96 dakika
Ülke: Brezilya


Blogları Canlandırma Projesi'nin ağustos teması "Latin Amerika ya da seçkin yazarlar ve yönetmenler" idi. Ben ağustos ayının başlarında temayı iki seçeneğinden de yakalayacak bir kitap okumayı planlamıştım ancak ne yazık ki koca bir ay boyunca bunu yapmaya fırsat bulamadım. Belki sonra okurum diye erteleye erteleye bir baktım ekime kadar gelmişim, araya bir BCP ayı daha girmiş. Bunun üzerine daha fazla bekletmek istemedim ve beni üstüne çok düşündürmeyecek kısa bir Latin Amerika filmi arayışına girdim. Böylece bu şirin film karşıma çıktı.

2010 yapımı Eu Não Quero Voltar Sozinho adlı kısa filmin uzun metrajlı versiyonu olan film, Leonardo adlı görme engelli bir gencin okul ve sosyalleşme konularında günlük hayat mücadeleleri esnasında Gabriel adlı sınıfa yeni gelen bir öğrenciyle tanışmasını konu ediniyor. Bir yandan Leonardo'nun her zaman yanında olan en yakın dostu Giovana, bu yeni öğrencinin arkadaş gruplarına katılıp Leonardo ile yakınlaşmasıyla dışlanmış hissediyor.

Film çok yaratıcı bir konuya ya da eşsiz bir işleyişe sahip değil, hatta izlerseniz hayatınıza çok da şey katmayacak belki ancak genç ve tecrübesiz isimlerden oluşan iyi kadrosuyla ve düşük bütçesiyle insanı lise sıralarına geri oturtuyor. Leonardo'nun yavaş yavaş Gabriel'e kapılış sürecini görme engelli bir bireyin tecrübesi üzerinden hiçbir zaman dramatize etmeden sakin ve çok doğal bir şekilde işliyor. Senaryoya çok iyi yedirilen harika müzikler de büyük keyif veriyor.

Son zamanlarda günlük hayatın yoğun temposunu ve durmak bilmeyen bir hızda ilerleyişini o kadar kanıksamışım ki sakin sakin akıp giden bu film ruhuma vitamin takviyesi almış etkisi verdi. İlk aşkları, lise döneminde yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen dostlukları ve elbette bu iki ilişki türünün hayatlarımızdaki konumunu o kadar nahif bir dille işliyordu ki film bittiğinde kocaman bir tebessümün yüzüme yerleştiğini hissettim. Bazen tam da böyle pozitif ve huzur dolu filmlere ihtiyaç duyuyor insan.

2 Ekim 2022 Pazar

Avatar'ı Hatırlamıyor Muyuz?

Pazar, Ekim 02, 2022 17
Avatar'ı Hatırlamıyor Muyuz?

1994 yılında James Cameron, çocukluğunda okuduğu bilim kurgu ve macera kitaplarından ilham alarak yazdığı bir tretman hazırladı ancak teknolojinin kafasındaki vizyonu destekleyecek kadar gelişmemiş olmasından bu fikri hemen yapım aşamasına geçiremedi. Aradan yıllar geçti, sinema teknolojisinde özellikle görsel efektler konusunda büyük gelişmeler oldu. Takvimler Aralık 2009'u gösterdiğinde sonunda Cameron'ın zihnindekileri beyaz perdeye aktarabildiği Avatar adlı bir film vizyona girdi.

Film dünyayı kasıp kavurdu ve gelmiş geçmiş en yüksek hasılatlı film olarak tarihe geçti. Vizyon tarihinden tam 10 sene sonra Avengers: Endgame bu başarısını elinden alsa da pandeminin ilk zamanlarında dünyanın genelinde sinema salonları kapalıyken Avatar Çin'de tekrardan vizyona girdi ve 2 yıl aradan sonra tahtını geri aldı. Film 9 dalda Oscar'a aday oldu, üçünü kaptı. 7'den 77'ye herkesi 3D sinema teknolojisiyle tanıştırıp büyüledi, görsel efektlerde çığır açtı. Ancak tüm bu başarılara rağmen hem eleştirmenler hem de genel izleyici kitlesi Avatar'ın 3D sinemayı yaygınlaştırmak dışında popüler kültürde etkisinin olup olmadığı konusunda yıllardır tartışıyor. 

2009 yılında ben 9 yaşındaydım. Sınıfta Avatar'ın konuşulduğunu hayal meyal hatırlasam da o dönemlerde filmi izlemedim. İlk kez izleme fırsatım vizyon tarihinden 1-2 yıl sonra alt komşumun filmin DVD'sini alıp beni izlemeye çağırmasıyla oldu. Sonra aradan 2-3 yıl geçti, bizim eve üç boyutlu film izleme özelliği olan bir televizyon alındı. Sıra bu özelliği test etmeye gelince herkesin ilk tercihi Avatar oldu tabii, bir kez de bu şekilde izledim. Aradan yine yıllar geçti; Avatar'ın 13 yıl sonra gelen devam filmi vizyona girmek üzereyken ilk film, görüntü ve sesi yeniden geliştirilerek 4K olarak tekrardan beyaz perdelere geldi. Ben de bu vesileyle bir kez de IMAX 3D teknolojisiyle filmi izleme şansı buldum.

Son izleyişimde filmin açılış sahneleri ekrandayken aklımda tek bir soru vardı: "Başroldeki bu adam insandı sahiden, niye mavi oluyordu ki?" Filmin oyuncularını, karakterlerini, hikâyesini ve hatta konusunu unutmayı bile bir yere kadar anlayabildim ancak izlemekte olduğum yapıma adını vermiş en önemli noktayı bile hatırlayamamak kesinlikle bambaşka bir seviyeydi. Başrol oyuncusu Sam Worthington'ın filmdeki varlığını bile o kadar unutmuştum ki kendisini hayatımda ilk kez izliyor gibiydim, sanki karşımda yeni bir oyuncu vardı. Hafızamı zorladığımda filme dair hatırladıklarım havada uçulan sahnelerden güzel kareler ve dünya dışı mavi yaratıklardan ibaretti.

2019 yılında çekilen bu videonun da esprili bir dille gösterdiği üzere Avatar'ı hatırlayamayan tek kişi ben değilim. Serinin internet üzerinde mirasını aktaracak güçlü ve sadık bir hayran kitlesi yok. Ne oyuncak mağazalarında ne de çocukların ellerinde Avatar markasına ait ürünler olmuyor, güncel sinema-televizyon yapımlarında ya kitaplarında Avatar referansları yapılmıyor, hatta arkadaş ortamlarında bile filmden bir sahne ya da repliğe göndermeler yapılmıyor. Avatar konuşuluyorsa ya gişesi, ya 3D sinemayı popülerleştirmesi ya da kimsenin bu filmi konuşmaması hakkında konuşuluyor.

Peki ya gişe rakamları her zaman kültürel etkiyi göstermez mi? Bir kesimin sinemalarda en çok izlenen filmlerden birini hatırlayamaması onun kültürel değerini azaltır mı? Gerçekten de Avatar'ın kültürel etkisi yoksa veya yok denecek kadar azsa bunun sebepleri neler? Sinema salonundan çıktığım andan beri düşündüğüm bu sorulara bu yazıda kendimce bir cevap bulmaya çalışacağım.


Belki 2011 yılında Avatar'ın bir devam filminin vizyona gireceğini öğrenseydik şu an bu konuları konuşuyor bile olmazdık ancak serinin verdiği 13 yıllık arada popüler sinema çok değişti. Marvel Sinematik Evreni popüler vizyon filmlerinin akışına yön vermeye başladı ve Avatar'ın verdiği uzun ara bu yeni akışa uyum sağlayamadı. Marvel filmlerinin Avatar'a attığı bir diğer kazık ise bir zamanlar ekranda gördükleri karşısında büyülenmiş ve her filmi bu formda görmek istemiş izleyicileri 3D sinema teknolojisinden bıktırıp soğutması oldu. 3D filmlerin başını çeken Avatar'ı çıktığı dönemde özel kılmış bu özelliğin seyirci nezdinde bir çekiciliği kalmadı.

Avatar'ın bir diğer sorunu ise izleyicisine sunduğu müthiş görsel şölenin hikâyesinin fazlasıyla önüne geçmesiydi. İzleyenler sırf o görsel ya da sinematik tecrübeyi deneyimlemek için izliyordu, filmin tahmin edilebilir ve zayıf hikâyesi de bu konuda pek yardımcı olmuyordu. Serinin bu konuda en büyük sıkıntısı ise büyük kitlelere oynamasına rağmen insanlara üstüne düşünecekleri, teoriler üretecekleri, devamını talep edecekleri ilginç olay örgüleriyle senaryosunu güçlendirememesiydi. Ayrıca USA Today'den Patrick Ryan'ın konu hakkındaki yazısında belirttiği gibi film, seyircilerin bağ kurabileceği Han Solo gibi karizmatik bir aksiyon figürünü de içinde bulundurmuyordu. 2010'ların sonlarında insanların azınlık hakları konusunda bilinçlendiği bir dünyada filmin beyaz kurtarıcı kompleksine örnek tasviri de filmin mirasına uzun vadede pek olumlu katkıda bulunamadı tabii.

Yine de tamamen olumsuz yaklaşmak istemiyorum. Görsel anlamda böylesine detaylı bir yapımı IMAX'te izlemek beni büyüledi çünkü son dönemlerin popüler filmleri görsel efektlere fazlasıyla dayansa da bu filmde olduğu gibi ince işçilikleri artık göremiyoruz. Filmin sonunda yayınlanan Way of Water ön izlemesi beni neredeyse aralığa gün sayacak şekilde heyecanlandırdı. Umutsuz değilim, bu seneden itibaren 2 yılda bir çıkacak devam filmleri seriye en az maddiyat kadar önemli o "kültürel etki" değerini de getirip durumları değiştirebilir. Pandemi sonrasında izleyiciye "sinema tecrübesi"ni hatırlatan Top Gun: Maverick'in son dönemdeki başarısını düşününce bu seri de benzer bir Rönesans sürecinden geçebilir. Ama her şeyden önce kilit nokta olan seyirci-film bağını başarıyla kurması gerekiyor. Zamanın testini hep birlikte göreceğiz.

Filmin tekrar vizyona girip hem kendini hatırlatmasını hem de yepyeni bir nesille tanışmasını çok doğru bir hamle olarak görüyorum. Ancak sadece 1 hafta daha vizyonda kalacağı için izlemek isteyenler lokal sinema salonlarının bilet sitelerini biraz kurcalayabilirler. Hoş, güncel Türkiye şartlarında 100 TL'ye IMAX fiyatı olduğu sürece çoğunluğun bu fırsattan faydalanma şansının olmadığı çok açık ama ben formaliteden de olsa duyurusunu yapmış olayım.

1 Ekim 2022 Cumartesi

Haziran 2022'de K-Pop

Cumartesi, Ekim 01, 2022 6
Haziran 2022'de K-Pop



Merhabalar,

K-pop'un aylık gündemini değerlendirdiğim yazı dizisine devam ediyorum. Birkaç aydır bu diziyi düzgün sürdüremesem de ekim ayıyla birlikte eksiklerime yetişip yılın son aylarını zamanında tamamlamayı planlıyorum.

Bu hafta sırada tatil sezonunun açıldığı; k-pop için plaj partisi konseptlerinin, dile takılan neşeli ve hareketli melodilerin en çok yükseldiği zaman dilimi olan haziran ayı vardı. Haziran ayı dinleyicilere beraberinde özlediğimiz birçok ismi de getirdi.