Kasım 2022 - vulnicure

29 Kasım 2022 Salı

Dokuzuncu Yıl

Salı, Kasım 29, 2022 32
Dokuzuncu Yıl


"Merhabalar, hoş geldiniz! :)

Bu blogda şu andan itibaren okuduğum kitapları yorumlayacağım.

İlk olarak okuduğum eski kitaplardan başlıyorum.

Umarım seversiniz."


Her şey dokuz sene önce, tam bu saatte, bu cümlelerle başladı. O günü hatırlıyorum. Dönemin liseye yerleştirme sınavı TEOG'un 1. basamağı bitmişti, 2. basamağına da 5 ay kadar bir zaman vardı. Küçük bir molanın tam zamanıydı. O gün sınavdan çıkıp eve gittiğimde yeni bir dizüstü bilgisayar beni bekliyordu, tamamen bana ait ilk bilgisayarım. Bana yıllarca yoldaş olan şimdilerin külüstürü o Lenovo ile yaptığım ilk şeylerden biri uzun zamandır açmak istediğim kitap blogunu faaliyete geçirmek oldu. Şimdikinden çok daha farklı bir ismi vardı ama neydi, zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım bir türlü hatırlayamıyorum. Sonra burası "Kitap Kuşu" oldu, bu yıla dek. Uzun yıllar mahlasım kalmış bu isim bir şekilde benim bir parçam da oldu. Sanırım Kitap Kuşu bir anka kuşuydu ki bir gün ömrünü tamamladı ve Vulnicure olarak küllerinden yeniden doğdu.

Yazmak ve bir şeyler üstüne konuşmak hep benim olayımdı, bu sebepten burası benim ilk ya da son blogum değildi. Ama hem açtığım hem de yazdığım hiçbir web sitesinde buranın bana hissettirdiklerini hissetmedim, kattığı şeyleri kapmadım. Bu dile kolay 9 senenin içinde ne kadar boşluklar ve aralar olsa da burayı kapatmayı tek bir kez bile düşünmedim. Benim çocukluğum, ergenliğim, yetişkinliğe attığım ilk adımlar, bocalayışlarım, mutluluklarım, hayatımda yer edinen insanlar hep burada kendine yer buldu çünkü. 9 sene önce dünyada yerini arayan o küçük kız arayışını bir türlü sonlandıramadı belki ama kendine burada bir sığınak buldu.


28 Kasım 2022 Pazartesi

Bu Blog Bulunamadı

Pazartesi, Kasım 28, 2022 21
Bu Blog Bulunamadı


Türkçe yazılan müzik bloglarının son kalesi Zihnin Arka Sokakları bugün blog alemine vedasını etmiş. Benim için bir devir kapandı sanki, sahiden buruk bir his doldu içime. Neredeyse 10 yıldır buralardayım, bu sürenin 6-7 yılını Zihin'i okuyarak geçirdim. Blog dünyasından uzaklaştığım dönemlerde bile onun yazılarını okumaktan hiç vazgeçemedim. İnsanlar gelişim çağlarında onlara etki etmiş, iz bırakmış isimleri ve yerleri unutamıyor. Onlar artık olmasa da hep bir yerlerde kalıyor. Zihnin Arka Sokakları'nın yeri doldurulamayacak blog sayfası da benim için böyle.

Bu vesileyle başka kimler vardı, kimler geldi geçti acaba diye düşündüm kendi kendime. Takip ettiğim bloglara baktım, bir sürü gizli blog var. Kimdi, neydi, ne yapıyordu hatırlama şansım yok. Bazılarına tıklıyorum; bu blog kaldırıldı diyor, içeri giremiyorum. Bazılarına giriyorum, yazar gitmeden valizlerini toplamış, içerisi boş. Bazıları da yıllardır sahipsiz ama en azından oradalar, hatta kimisinde veda notu var. Bir kez internete düşen şey hep internette kalır derler ya hani, her durumda geçerli değil bu. Kim bilir ne yazılar, ne anılar toz oldu gitti.

Bu insanların terk-i diyar eylemesinin bir sürü sebebi olabilir. Artık yazmaktan keyif almıyorlardır, hayatlarında yazmalarını bıraktıracak bir şey olmuştur, yoğunluk sebebiyle devam ettirememişlerdir, farklı bir site ya da sosyal medya uygulamasına geçmişlerdir, blog doğal ömrünü tamamlamıştır ya da sadece yazarların canları öyle istemiştir. Ama çuvaldızı biraz da Blogspot'a batırmak gerekiyor diye düşünüyorum. Blogspot alternatifi olmayan bir yer değil, Wordpress dağ gibi dimdik duruyor karşısında. Ama daha amatör ilerleyen bloglar ve teknolojiyle pek de haşır neşir olmayan blog yazarları için ideal olan yer burası, yani yok olup gitmediği sürece talep var. Ben blog aleminin öldüğünü de düşünmüyorum zaten, sadece eskisi gibi alıcısı yok. Uzun süredir yazanlar istatistiklerinde son yıllarda yaşanan dramatik düşüşünün farkındadır diye tahmin ediyorum. Bu işi biraz daha büyütmek isteyenler için yeterli destek yok. Ben burada AdSense'i kullanamadım ama 1.5 yıl kadar önce Blogspot altyapısını kullanan ve sahiden iyi tık alan bir web sitesinden kazandığım reklam geliri komik bir rakamdı. Herkes para kazanmak için yazmıyor, bu tutku işi diyenler olabilir. Haklı da olurlar. Ama buranın ilerlemesi için bir şekilde parasını kazananların da olması lazım çünkü böylece o isimleri buraya bağlayan bir sebep oluyor. Bloglarda yazmak kadar yazan diğer kişilerle iletişim kurmak da önemli ama ortada kimseler kalmadıysa kiminle iletişim kuracaksınız? Böyle olunca reklam geliri almayan ama hayalet şehirde kendi kendine takılmak istemeyen kişiler de buralardan gidiyor.

Instagram, Twitter gibi sosyal medya platformları bloggerlara büyük kolaylık sağlıyor ama oralar buranın tam alternatifi değil maalesef. Buradakiler fikirlerini, hislerini daha detaylı anlatmak istiyor, bazen görselliğe ihtiyaç bile duymuyor. Bu sebeple buranın alternatifi YouTube ve podcastler ama sadece yazmak isteyenler için yapılabilecek tek şey farklı bir web sitesinin altyapısını kullanmak. Dediğim gibi; bence buralar dutluk değil, hâlâ kalabalığız. Ama eskisi gibi de değil. Bir canlılığa, harekete, belki de yeniliğe ihtiyacı var. Ne yapmak lazım peki? Bilemiyorum. Bu yazıyı aslında biraz da bunun için yazmak istedim, okuyacak kişilerin de belki fikri olur ve paylaşır diye. Deep buraya geri dönenleri, yeni yazmaya başlayanları ya da daha önce onun dikkatinden kaçmış isimleri sık sık bloguna taşıyor. Momentos podcastlerinde sayısız blogu tanıttı, tanıtmaya devam ediyor. Ağaç Ev Sohbetleri, Blogger Kitap Kulübü, Blogları Canlandırma Projesi gibi başarılı etkinlikler hem yazarlara başka blogları gösteriyor, hem de yazma ilhamı veriyor. Belki bu tarz etkinlikleri daha sık yapabiliriz; bloglarımızın tozlu raflarından mimleri, meydan okumaları, eski etkinlikleri indirebiliriz. Burası öyle huzurlu, öyle güzel bir yer ki günden güne yapraklarını dökmesine şahit olmak istemiyorum. Öyle iyi kalemler, öyle değerli tecrübeler buraları renklendiriyor ki bir gün sayfalarına girdiğimde "Bu Blog Bulunamadı" yazısıyla karşılaşmak istemiyorum.

27 Kasım 2022 Pazar

Kaçamak

Pazar, Kasım 27, 2022 19
Kaçamak

Buralara girince tahmin ettiğimden fazla zaman harcıyorum. Bilgisayarım yavaş, takip ettiğim bloglar bu sıralar epey üretken, okuyunca üstüne konuşacak şeyler de oluyor hani. Yarın sınavlarım başlayacağı için bu haftanın başlarında günü ve saati önceden ayarlanmış yazılar hazırladım, bu zamanlarda da odak sürecimi etkileyecek şeyler olmadan iyice derslerime kendimi vereyim istedim. Ama yine kendimi tutamadım, bugün bir okuma yapmak için bilgisayarı açmam gerekince bir baktım yine buraya uğramışım. Hazır gelmişken bir-iki şey karalamaktan zarar gelmez.

Twitter'da bir Wattpad kitapları muhabbeti dönüyor. Olay şu: Bir edebiyat sayfası gittiği kitapçıda "Çağdaş Türk Edebiyatı" rafının Wattpad kitaplarıyla dolu olduğunu görüyor ve bunu fotoğraflayıp eleştirel bir dille paylaşıyor. Gelen yorumları söylememe gerek yoktur diye tahmin ediyorum. Ancak bazı kişiler "İsteyen bunları okuyabilir, edebiyat sadece nitelikli ve entelektüel olanın tekelinde olacak diye bir şey yok. Zaten o şekilde olan kitaplar her dönem kendine okuyucu buluyor." diye bu eleştirilere karşı çıkıyor. Sonra bu eleştiriye eleştiriler geliyor; kötü olana edebiyat denilemez, bu kategoriye sokulamaz diyor onlar da. Benim naçizane fikrim edebiyat polisliğinin sonu gelmediği gibi anlamı da olmadığı yönünde. Gerçekten herkes yalnızca kendine bir şey katacağına inandığı, otoritelerce onaylanmış kitapları mı okuyor? Bence herkesin arada kafa dağıtmak için okuduğu "hafif" kitaplar da vardır; "şezlong kitapları" diye bir tür var mesela, sıkça dile getirilir. Alanı da edebiyat olan biri olarak güneşlendiğim, dinlendiğim, günlük hayatın stresinden bunaldığım o zaman dilimlerinde Proust okumuyorum ben şahsen. Daha önce hiç Wattpad kitabı okumadım ama söylemek istediğim de bu zaten, onları değil belki ama onlara denk kitapları okuduğumuz oluyor ve bunda kötü bir şey yok. Yine de, bu romanlar her ne kadar teknik anlamda bu kategorinin altına uyuyor olsa da çağdaş Türk edebiyatı yerine "Genç Kurgu" gibi farklı bir alt başlık altında toplanabilirler diye düşünüyorum.

Don’t Worry Darling (2022) | Film Yorumu

Pazar, Kasım 27, 2022 11
Don’t Worry Darling (2022) | Film Yorumu

Yönetmen: Olivia Wilde
Senaryo: Katie Silberman, Carey Van Dyke, Shane Van Dyke
Oyuncular: Florence Pugh, Harry Styles, Chris Pine, Olivia Wilde, Gemma Chan, KiKi Layne, Nick Kroll, Kate Berlant, Timothy Simons, Asif Ali, Sydney Chandler
Süre: 123 dakika
Ülke: Amerika Birleşik Devletleri


Olivia Wilde'ın yönetmen koltuğuna oturduğu psikolojik gerilim filmi Don't Worry Darling, 50'li yıllarda Amerika'daki bir şirket kasabasında yaşayan Alice (Florence Pugh) ve Jack (Harry Styles) çiftini konu ediniyor. Kasabada yalnızca bir şirketin çalışanları ve onların aileleri yaşıyor, tüm imar işlerini de bu şirket yapıyor. Erkekler aynı anda işlerine giderken kadınlar evlerinde onları bekliyor; ev işi ve yemek yapmaktan kalan zamanlarında bir araya gelip vakit geçiriyorlar, zaten tüm kasaba sakinleri her türlü sosyal faaliyeti bir arada yapıyor. Kadınlar erkeklerin işleri hakkında soru soramıyor ve şirketin belirlediği bazı bölgelere giremiyor. Bir gün eşlerden biri Margaret (KiKi Layne), oğluyla birlikte yasaklı bölgelerden birine girip oğlunu kaybettikten sonra zor günler yaşamaya başlıyor ve küçük toplulukları içinde dışlanıyor. Alice Margaret'ı gözlemledikçe yaşadıkları kusursuz plastik yerin sandığı kadar kusursuz olmadığını ve gizlenen bir şeylerin olduğunu fark etmeye başlıyor.

Eh, magazin haberlerine bu kadar malzeme vermiş bir filmin benim dikkatimden kaçması imkansız olurdu tabii. Vizyona girdiği gibi soluğu sinemada aldım ama yorumumun taslakları terk etmesi o kadar uzun zaman aldı ki film dijital ortamlarda yerini almış bile.

Olivia Wilde'ın 2019 yılındaki ilk yönetmenlik tecrübesi Booksmart'ın aldığı övgüler sonrasında gözler kendisinin yeni işine çevrilmişti. Gelgelelim Don't Worry Darling, kadrosu ve ilk haberleriyle bu gözleri üstünde tutmasına rağmen yayınlanınca yerden yere vuruldu. Bu durumda filmin promosyon döneminde çıkan kötü haberlerin de etkisi var gibi duruyor. Shia LaBouf'un kadrodan kovuluşu, kendisinin kovulmadığını ve yönetmenin Florence Pugh'la alay edişini kanıtlarıyla ortaya sunuşu, sette yönetmen ve başrol oyuncusu arasında yaşanan gerilim iddiaları, Florence'in filmin promosyonlarına neredeyse hiç katılmayışı, filmin galasında Harry Styles'ın Chris Pine'a tükürmesi iddiaları... Tamamını sayamadığım bu olaylar silsilesi filmin önüne fazlasıyla geçti. Belki de ben bu haberlere ve olumsuz eleştirilere denk geldikçe beklentimi düşürmüşüm, bilemiyorum, ama filmi sevdim. İlk perde için pek de olumlu sözler söyleyemiyorum ancak ikinci perdeden itibaren filmin kazandığı ivme, şaşırtmacaları ve oyunculukları çok iyiydi. Ancak ya süre yetersizliğinden ya da başarısız yönetmenlikten filmde havada kalan birçok nokta vardı ve bunlar pek de "dert etme be sevgilim" denebilecek noktalar değildi. Burada spoiler vermek istemediğim için çok bahsedemesem de filmin sonunu etkileyen sahnenin nedeninin açık olmamasının en büyük havada kalma durumu olduğunu söyleyebilirim. Filmden çıkınca arkadaşımla böyle bir hikâyenin filmden çok mini dizi formatına gideceğini konuştuk, bu konuda hâlâ aynı fikri taşıyorum. Bilim kurgu sularında yüzen bir gerilim hikâyesi çekiyorsanız izleyiciyi olana bitene ikna etmeniz gerekiyor ve bu film kimi yerlerde bu konuda sınıfta kalıyor. Bilim kurgu demişken; ben bu filmin bu türde olacağını bilmiyordum, 60’larda geçen toksik bir ilişkiyi izleyeceğiz sanıyordum. Eh, yer yer bunu gördüğümüz doğru, ama meğer pek de alakası yokmuş. Bu bir yanlış reklamın sonucu mu yoksa benim gündemi düzgün takip edemeyişimin sonucu mu, emin değilim. 

İyi bir fikrin kopuk bir işleyişle -ya da işleyemeyişle- ve yalnızca sonlara doğru yakalanan tempoyla ne hâle geldiğini gösteren bu filme izlenecek bir şey bulamayınca göz atılabilir. Florence'in oyunculuğunu sevenler kaçırmasın ama. :)

26 Kasım 2022 Cumartesi

Biraz Rom-Com, Biraz da Son Dönem Filmleri

Cumartesi, Kasım 26, 2022 12
Biraz Rom-Com, Biraz da Son Dönem Filmleri
Do Revenge (2022)

Geçtiğimiz aylarda bolca film izledim, eylül sonlarına doğru romantik komedilere sardım. Bu macera Netflix'in 2022 yapımı Do Revenge'i ile başladı. Film gerek tiplemeleriyle gerekse kahramanların başına gelenler ve motivasyonlarıyla 90'lı yılların meşhur romantik komedilerine bir aşk mektubu niteliğinde göndermelerini yapıyordu ancak müzik seçimleri, günceli yakalayan dili ve estetiğiyle de buram buram 2022 kokuyordu. Şimdilerde 90'ların popülerleşmesi gibi gelecekte 2020'ler moda olursa Do Revenge'in dönemin chick flick temsilciliğini sırtlayacak işlerden olduğuna eminim. İnsanın içini ısıtan tatlı hikayesi, şaşırtmacaları ve muhteşem estetiğiyle ben bu filme bayıldım. 

Eh, bir kere o romantik komedi dozunu almıştım, artık dahası gerekiyordu. Ben de türün belki de en popüler filmi (500) Days of Summer ile devam ettim. 2009 yapımı bu filmi yüzlerce kez duymama rağmen izlememiştim, bitince bu kadar geç tanışmamızın en iyisi olduğunu düşünmeden edemedim. Bundan 5-6 yıl önceki Vulnicure'u düşünüyorum da, kendisi çok daha hayalperest ve mutlu soncu biriydi. Tahmin ediyorum ki kendisi Summer karakterine çok kızar, neden bu aşkı mahvettiniz diye söylenir dururdu. Ancak filmin başında da belirtildiği gibi bu filmin derdi bir aşk hikayesi anlatmak değil. Öyle çok süper, unutulmaz bir iş değil belki ama vermeye çalıştığı mesajı sevdim. Bazen birini sevdiğimizde onu gözümüzde öyle büyütüyoruz ki küçük, hatta kimi zaman kocaman gerçekleri göz ardı ediyoruz. Hisler her zaman karşılıklı olmaz, olamıyor işte. Birini seviyor olmak, karşı tarafın da eşit derecede sevgiyi diğerine verme yükümlülüğünü doğurmuyor. Filmdeki beklenti-gerçeklik sahnesi tüm bunları göstermesi açısından çok başarılıydı.

Soluğu yine türün kült örneklerinden 10 Things I Hate About You'da aldım. (500) Days of Summer'ı geç izlediğim için yaşadığım mutluluk burada tam tersi bir etki yarattı, şimdiye dek bunu nasıl  izlememişim diye söylenip durdum. 1999 yapımı film o kadar keyifli ve beklentilerimin üstünde çıktı ki izleyişimden geçen 1 aylık süreye rağmen sahnelerini düşünüp kendi kendime gülümsüyorum. Müzikleri, klişe denebilecek bir olay örgüsünü olabilecek en keyifli hâle getirerek sunuşu, oyuncuların müthiş performansı, 90'ların kendine has o atmosferi... Bu filmi ileride de tekrar tekrar izleyeceğime eminim.

23 Kasım 2022 Çarşamba

Ağaç Ev Sohbetleri 170

Çarşamba, Kasım 23, 2022 18
Ağaç Ev Sohbetleri 170

 

Ağaç Ev Sohbetleri devam ediyor. Bu haftanın konusu çok sevgili deeptone'dan. Kendisi sormuş:

"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"


Uzun zamandır Ağaç Ev Sohbetleri'ne katılmıyordum, bu haftanın konusu ilgimi çekince yazmak istedim.

Ben eskiye tutkun olanlardanım. Yanlış anlaşılmasın, bugünden gayet de memnunum; eskiye baktığım o pespembe gözlüklerin mucidi bugünün imkânları sonuçta. Günümüzde yaşamaktan gayet keyif alsam da eski fotoğraflar, eski hikâyeler, eski şarkılar, eski filmler, eski sokaklar, eski insanlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunları biriktiriyorum demek yanlış olur ama incelemeyi, üstlerine düşünmeyi, altında yatanları çözmeyi çok seviyorum.

Deep'in konu hakkındaki yazısında bahsettiği gibi her ailede eski fotoğrafları aşıranlar ya da devir-teslim töreninde sahiplenenler oluyor. Anne tarafında talep çok olacağı için arşiv aktarımı görevi bana kalır mı bilemiyorum ancak baba tarafı ve kendi ailemde tüm bunların sorumluluğu talebim doğrultusunda bana kalacakmış gibi duruyor. Şanslıyım ki benim ailemin iki tarafı da fotoğraflara büyük değer vermiş, ellerinden geldiğince çekip özenle saklamışlar. Sadece fotoğrafları da değil; video kasetleri, karneleri, davetiyeleri, bir kez deneyimleyebilecekleri tecrübelerden kalan birkaç hatırayı da çekmece ve çekyat altlarına kaldırmışlar. Bunların koruyucularına gittikçe fotoğraflara bakmayı ve üstüne konuşmayı seviyoruz, özellikle babaannem ve dedem bayılır fotoğrafları çıkartmaya. Babaannemin de öyle bir arşivi vardır ki hiç bitmez, her gidişimde "Bak ne buldum." diye hiç akla gelmeyecek bir zamandan birilerinin fotoğrafını bulur, sonra da biz o kişileri tanımaya çalışırız. Babaannemle dedemin siyah-beyaz fotoğraf döneminde çekilmiş film yıldızlarına benzer fotoğrafları var, henüz bana devredilmediği için dijital kopyalarını telefonumda tutuyorum. Evde bizim de iyi bir albüm ve video kaset arşivimiz var, arada bakıyoruz. 

 Çözülmeyi bekleyen yapboz hissi verdiklerinden olsa gerek, aile fotoğrafları dışında eski fotoğrafları incelemeyi de severim. Sergilere denk gelirsem mutlaka gezerim, sevdiğim isimlerin hayatlarında neler olup bitmiş mutlaka incelerim. İnternetten de faydalanırım tabii. Antika pazarında ve sahaflarda da fotoğraflara mutlaka göz atarım. Ama eğer şehir, mimari vs. fotoğrafları değil de kişisel fotoğraflarsa genelde satın almaya elim gitmez. Neden bilmiyorum, garip hissediyorum sanırım. Başkasının hayatına istenmemiş bir müdahale yapıyormuşum gibi bir his doğuyor içimde. "Kim bilir neden burada bu fotoğraf, bizimkiler de böyle sahipsiz kalacaklar mı acaba?" diye düşünmeden edemiyorum. 

Başkalarının eski fotoğraflarını satın almaya istisna olarak 94'te çekilmiş bir fotoğrafı 1-2 ay önce Feriköy'deki pazardan satın aldım. Burada paylaşmam doğru olur mu bir türlü emin olamadığım için fotoğrafı koymuyorum ama anlatayım. Bir yaz günü, evin geniş balkonunda, yuvarlak masayla uyumlu çiçekli kılıfı olan ahşap sandalyelerin üstünde oturan iki genç kadın var fotoğrafta. İkisi de yaz aylarını ele veren renklerde, hoş kıyafetler giyiyor. Turunculu olan kadının arkasında evin balkonuna kadar yetişmiş yemyeşil yapraklı kocaman bir ağaç var. Diğer kadın turunculu olana doğru dönmüş, el hareketine bakılırsa bir şeyler anlatıyor. Tam fotoğrafın çekildiği andaki hareketiyle orta uzunluktaki saçlarının uçları hafifçe havalanmış. Her ne konuşuyorlarsa artık; turunculu kadının gözleri kapanmış, ağzı kocaman açık bir şekilde kahkaha atıyor anlatılanlara. Masada da bitmiş küçük bir tabak var, tatlı yenmiş. Arkadaki "Lale" yazısı dışında fotoğrafın öznelerine dair bir ipucu yok ama ikisi de o anın içerisinde öyle keyifli görünüyorlar ki fotoğrafa her baktığımda yanlarındaki boş sandalyeyi çekip muhabbetlerine dahil olmak istiyorum. 


Bu arada sabaha karşı 4 gibi birçok ilden hissedilen bir deprem oldu. Herkes iyi mi?

22 Kasım 2022 Salı

Kafa İzni Dönüşü

Salı, Kasım 22, 2022 19
Kafa İzni Dönüşü

Merhabalar,

Yanılmıyorsam 1 aydır buralara pek de uğramıyordum. Arada taslaklara mânâsını sadece benim zihnimin işgalci güçlerinin anlayabileceği hezeyan kırıntılarını döktüm ama artık temiz bir sayfa açmanın zamanı geldi.

Peki neler oldu? Öncelikle beni 1 hafta yatağa, devamındaki 3-4 günde de eve hapseden ağır bir grip geçirdim. Geceleri aniden gelen ama çok üstüne düşündürmeyen üşüme hissiyle oldukça masumane başlayan bu hastalık boğaz ağrısı ve öksürüğü kadrosuna transfer ettikten sonra asıl olay başladı. Ciğerlerim yerinden çıkıyormuş hissi veren öksürük atakları, o ataklar başlamasın diye insanı panikleten kaburga ve sırt ağrıları, üstümden kamyon ordusuyla geçilmiş hissi veren bir bitkinlik... Maske, aşı ve önlemler sağ olsun 3 yıllık COVID-19 sürecinde bu hastalığa yakalanmadığım ve çok ciddi bir soğuk algınlığı/grip sıkıntısı da yaşamadığım için bu gibi hastalıkların nasıl olduğunu unutmuşum. Uzun zamandır beni bu şekilde ters düz eden bir grip yaşamamıştım. Neyse ki şimdi iyiyim, hiç geçmeyecek sandığım o öksürük sonunda yok oldu gitti.

Gelgelelim bu hastalık beni öyle bir zamanda vurdu ki tüm düzenim alt üst oldu, tam vize haftası öncesi son derslerimi kaçırdım. İlk sınava günler kala çalışmayı kesmek zorunda kaldım. İyileşemediğim için rapor aldım, birkaç sınavıma giremedim. Kaybettiğim zaman diliminde yeterince hazırlanamadığım için ilk 2-3 sınavımın notları pek de parlak gelmedi. Finallerde kurtarırız diyelim, hem ağırlığı daha yüksek :P Neyse ki sonrasındaki sınavlarım tüm o yoğunluğa rağmen genel olarak çok daha iyi geçti, giremediğim sınavlarımda mazeretli sayıldığım için de haftaya onların telafilerine gireceğim. Şans ve çalışma azmi dilekleriniz çok makbule geçer :)

Ciddi anlamda eve tıkıldığım bu zaman dilimi sonrası hem ülke hem de dünya genelinde olanlar beni gerçekten etkiledi. "Ya sevdiklerime bir şey olursa" korkusu tekrardan içimi sarınca bir anda hobilerimden, derslerimden, günlük hayatımdan uzaklaştım. Sonrasında özel hayatımda da birtakım can sıkıcı şeyler oldu, iyice kabuğuma çekildim. Böyle yapmaya devam edersem hiç iyi şeyler olmayacağını biliyorum, bu yüzden buraya koştum. Yazmak, konuşmak eşi benzeri olmayan bir meşguliyet ve cesaret veriyor bana. Her şeyin üstesinden gelebilecekmişim, her şey geçecekmiş hissine kapılıyorum; umutsuzluğun içinde geçici de olsa bir huzura eriyorum. İçimdekileri o projeksiyona yansıttıkça çözüme bir adım daha yaklaşıyorum sanki. Belki de terapi böyle bir şeydir. 

Sınavlar bittikten sonra girdiğim bu bu boşluk sürecinde Steam kütüphanemden oyunlar indirdim bolca. Sıcak yaz günlerinde epey uzun saatlerimi verdiğim Stardew Valley ile giriştiğim bu süreç Florence adlı inanılmaz tatlı, çizimleri ve müzikleriyle huzur veren bir oyunla devam etti. Tek başıma oynadığım için Stardew Valley beni pek sarmadı, Florence de kendini ne kadar sevdirse de 1 saatte bitti. Ben de çok sevdiğim Emily Is Away <3 isimli oyuna geçtim. Aslında oyunu geçen sene ilk çıktığında bitirmiştim ama bu sefer farklı ihtimalleri görmek için yeni bir rotada devam ettim. Bu oyun bana nostaljinin gerçeklikten kaçış sürecimize etkisi üzerine bir yazı fikri verdi ve güzel bir beyin fırtınası yaptırdı. Konuyu mazeret sınavlarım aradan çıkınca tamamen irdelemek niyetindeyim ama sizin konu hakkındaki fikirlerinizi de merak ediyorum. Son olarak ana oyunu kısa süre önce ücretsiz olan The Sims 4'a geçtim. Bu oyun da 2-3 boş günüme keyif ve bir uğraş kattı ama fazla vaktimi aldığı için daha fazla devam etmek istemedim, böylece oyun maceramı sonlandırdım. 1 ayım böyle geçti işte; hastalıklar, sınavlar, içsel mücadeleler, oyunlar... Şimdi geride kaldıklarıma yetişmem lazım.

Bir Vulnicure yazısının müzik olmadan sona ermesi mümkün mü? Son günlerde hayatıma arka fon olarak eşlik eden Phoebe Bridgers'ın Tom Petty and the Heartbreakers cover'ı olan bu şarkıyı dinliyorum sürekli.


14 Kasım 2022 Pazartesi

"Çizikti, Şuydu Buydu Vesaire"

Pazartesi, Kasım 14, 2022 0
"Çizikti, Şuydu Buydu Vesaire"

 2 gündür kusacakmış gibi hissediyorum, içime bir şey oturdu sanki.

Direkt olarak etkilenmediğim olaylar beni ne kadar üzse de kendimi olayın öznesi yaparmışçasına yorum yapmayı, "Daha 3 gün önce oradaydım, şansa yaşıyoruz." şeklinde benmerkezci yaklaşımlarda bulunmayı sevmiyorum. Ama yaşanan son olay beni ruhsal olarak çok etkiledi. 2015 ve 2016'da her adımımızı tereddütle attığımız, her gün yeni bir haberle sarsıldığımız o karanlık günleri hatırladım. Bizler bir şekilde hayatlarımıza devam ettik, ateş de her zaman olduğu gibi düştüğü yeri yaktı geçti.

Şimdi ne olacak, ne bitecek bilmiyorum. Travmatik bir tecrübeden sağ kurtulan vatandaşı için "Çizikti, şuydu buydu" diyenler bir tarafta; "Türkiye'yi ziyaret eden milyonlarca turistin vakit geçirdiği caddede bombalı saldırı oldu" şeklinde manşet geçenler bir tarafta; işine, okuluna ya da sadece sevdiklerinin yanına giderken canını ya da sevdiklerini kaybetme korkusunu taşıyan bizler bambaşka bir tarafta. Kimsenin gözünde en ufak bir değerimiz yok. Ya sayıyız, ya da turistik değeri olan ve ziyaretçilerinde oryantalist hisler uyandıran bir şehrin figüranları.

Nasıl okula gideceğim, panik atak yaşamadan hayata nasıl geri döneceğim bilmiyorum. Tek dileğim kötü günlerin artık ardımızda kalması.